Bediüzzaman, ene yani egonun penceresinden felsefe tarihine bakar, adeta hurdalarla kıymetli metallerin olduğu bir insanlık düşünce mezbelesini gözden geçirir. Onun Ene Risalesi çok yüksek boyutta bir felsefe tarihi özetidir.
Önce Ene’yi tarif eder.
"Ene zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir Şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."
Bu cümle felsefe, dinler tarihi, mitoloji, ilim tarihinin bir başka şekilde ifade edilmesidir. Bu cümleye bir kitap yazılır. O kitap nedir? Hz. Adem zamanından beri yaratılış insan, varlık, sanat, estetik ve diğer alanlarla neler yazılmış ise hepsi bu kitabın içinde yer alırlar.
Biz Erzurum’da Ene bahsini Kırkıncı Hoca okudu mu bir ihtifal günü imiş gibi ne diyecek, ne söyleyecek diye ağızlarımızı açar ona bakardık. O kadar canlı anlatırdı ki başka bir dünyaya giderdi, o kadar ciddi haz alırdı ki biz de gücümüz oranında ondan etkilenirdik. Onun anlatması bir başka şeydi. Kendisi haz aldığı için bize de hissettirir, bazan da kendinden geçer “hay hay hay" derdi. Metinle empati kurardı ama ne empati, bir okyanusun derinliklerine dalan dalgıç gibiydi.
Bediüzzaman'ın sonraki cümlesi şöyle: “Şu azim hakikata girişmeden evvel o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz.”
Azim hakikat ne demek? Nasıl bir şey ki o azim hakikat fehmini teshil yani anlaşılmasını kolaylaştıracak bir mukaddime beyan ediyor. Şöyle mitologlar, din adamları, peygamberler, veliler, azizler, pagan din adamları, tabiat bilimciler, astronomiciler, fizyologlar, psikologlar ve daha diğer bütün ilim dallarının adamları birden neyi soruşturdular? Nedir bu gökyüzü, nedir bu bulut, nedir bu yağmur kemal-i zerafetle yere yağıyor, her varlık onu bekliyor, ondan istifade ediyor, çiçekler onun yüzünden açıyor, kuşlar onun yüzünden ötüyor. Bir cümbüştür kainat. Neden güneş doğuyor, kim doğuruyor, onu bir lamba yapıp gökyüzüne direksiz asan kim, kim kim kim kim sonsuza kadar kim kim.
Bu sorulara cevap veren sayısız insanlar, hepsi kendince birşeyler söylüyor. İşte bütün bu sorulanlar, söylenenler, hepsi enenin insan ben'inin sorguladığı hakikatler. Kimi tuba ağacının meyvesi gibi değerli ve tatlı, kimi zakkum ağacının meyvesi gibi acı ve anlamsız. Eski Yunan’ın bütün filozoflarının fikri karışık. Bediüzzaman bunu Muhakemat'ta söylüyor. Yanlış şeyler de söyleseler yine de bir anlam arayışına girmişler. Önemli olan düşünmek. "Hakikat-i mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez" diyor. Onların sınırlı nazarları bunları çözemez.
Hz. Ömer Taha suresi okununca “şimdi bu gökyüzü, semavat, yıldızlar hepsi sizin Rabbinizin mi" diye sordu. "Evet ya Ömer" dedi kızkardeşi. "Bizim Kabe’de bu kadar putumuz var hiçbirinin bir karış mülkü yok” dedi. Bütün o dönemin insanlarını güya ilim adamlarını bir soyağacının meyveleri gibi dallarına tak tak tak sonra bir bak, nasıl bir manzara görürsün, Demokritos, Tales, vs.
Bediüzzaman felsefe tarihini enenin penceresinden izah etmiştir, çünkü bütün hayırlar ve şerler eneden kaynaklanmıştır. Şecere-i Zakkum, yanlış düşünceler ortaya koyan gruptur. Bunların içinde yine zakkum ile tuba arasında yer alan dönemin filozofları vardır. Fikirlerinde genellikle zakkum ama küçük parçacıklar halinde tuba meyveleri görülür. Bediüzzaman’ın dediği gibi karışık bir felsefedir ama bu karışık felsefe modern zamanlarda bazı filozoflar tarafından yüzyıla taşınmış ve ateizmin kaynağı olmuştur. Marks’ın yaptığı Demokritos'un nihilist felsefesini yüzyıla taşımaktır.
Antik felsefenin Doğa Felsefesi veya Presokratik felsefe olarak sınıflanan bu ilk döneminde, felsefe doğa ya da varlık felsefesi olarak belirmiştir. Başka bir deyişle, felsefe ilk filozofların görüşlerinde, bir varlık felsefesi, varlık üzerine sistematik bir düşünüm olarak ortaya çıkmıştır. Bizim bugün kendilerini natüralistler ya da fizikçiler olarak sınıfladığımız ilk doğa filozofları, her şeyden önce bir görünüş-gerçeklik ayrımı yapmış ve görünüşlerin ya da fenomenlerin gerisinde, keyfilik ve gelişi-güzelliğin değil de temel ve düzenli bir yapının var olduğuna inanmışlardır. Presokratikler bununla da kalmayıp doğanın kendi içinde kapalı bir sistem meydana getirdiğini savunarak, doğaya ilişkin açıklamanın yine doğanın kendi içinde aranması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Başka bir deyişle, Presokratikler dış dünyaya baktıklarında bir çokluk gözlemlemişler ve bu çokluğun ancak ve ancak onun kendisinden çıktığı ya da türediği bir birliğe indirgenebildiği zaman, anlaşılır hale gelebileceğini dolayısıyla açıklanabileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü tek tek bireysel varlıklardan meydana gelen bir çokluk, onların gözünde anlaşılamaz ve açıklanamaz bir şeydir. Bundan dolayı, ilk doğa filozofları arkhe problemi üzerinde yoğunlaşmış ve dolayısıyla, dış dünyadaki varlıkların kendisinden doğduğu ilk maddeyi belirlemeye çalışmıştır. Onların deneysel imkanların yokluğunda, varlık ya da doğa üzerine spekülatif bir düşünce faaliyeti geliştirmeleri oldukça önemli ve kayda değerdir.
Bunların için en elle tutulur olan Sokrates’tir. Ahlak felsefesinin kurucusudur. Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. MÖ 399 yılında hakkında açılan davadır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir.
“Ene künuz-ı mahfiye olan Esmai-ilahiyenin anahtarı olduğu gibi, kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-i müşkülküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır."
Ene yani insan ben'i bir anahtar, iki şeyi çözmek durumunda, biri ilahi isimler diğeri kainatın manasının anahtarı.
Bütün beşeri bilimler ve dinler, hepsi bu enenin anahtarı etrafında yer almışlar. Ancak anahtarı anlamadıkları için muammayı da çözememişler. Felsefe ve ilim tarihindeki münakaşalar bu insan ben'inin tam anlamıyla anlaşılamamasından ileri geliyor. Çünkü anahtar tam anlaşılmasa çözüm de olmaz. Buna mitolojiden, felsefe tarihinden ve ilimlerden kendi ilimlerinde ehil insanların münakaşaları, sözlerini iyi bilince mesele daha iyi tavazzuh eder.
Bediüzzaman o münakaşaları bildiği için eneye "muammay-ı müşkülküşa" diyor. Bu dağ gibi bir terkip. Müşkül ile muamma benzer kelimeler, zor açılan muamma, ne ene, yani enenin mahiyeti yani anahtar tam anlaşılmasa, -ki burada felsefe tarihindeki bilim tarihindeki bu ben'in anlaşılma güçlüklerini, tıkanmalarını biliyor Bediüzzaman- yani bir takım elit telakki edilen insanların benlerini anlamadıklarından kör anahtar ile sırları çözememişler. Bu cümleyi kuran bu çekişmeyi biliyor.
Bediüzzaman şifreli konuşuyor adeta, kelimeler arkasında tarihi almış ona göre kurulmuşlar. Hayret kelimesini kullanmış yani kainatın sırlarını çözmek isterken ben'in anlaşılması gerekiyor, o da hayret verici bir tılsım. Yani hem isimler hem kainat esrarlı ve çözülmesi zor, hem de bunları çözecek ben de anlaşılması zor olan bir anahtar. Bu yüzden anahtarın anlaşılması bir ameliye gerektiriyor o anlaşılınca kainatı ve esmayı çözmek de zor ve müşkül. Din de bu ben'i anlatıyor. Kur’an bu ben'in çok yönlü anlatılması demek ona parelel olarak da kainatın ve esmanın anlaşılması Kur’an’ın temel argümanlarından biri.
Felsefe tarihi ile dinler tarihi özellikle Kur’an birbirine muakız yani tezat bunlar arasındaki ilişkiyi de Bediüzzaman irdelemiş.
(Devam edecek)