Cumhuriyet Gazetesinin, “Kim bu her kurtuluşta tekbîr getirenler?” başlığı ile yayınladığı haberin ve sözde İlâhiyatçı olan Cemil Kılıç’ın “Yasa dışı örgüt propagandasıdır” açıklamalarının üzerine yazılmıştır. İlgili haberleri sırasıyla aktarıyoruz.
Sözde İlâhiyatçı Nazif Ay
“Kim bu her kurtuluşta 'tekbir' getirenler?”
İlahiyatçı Nazif Ay: Bu başlı başına bir cinayettir.
Bu grupların başını da özellikle Suriye'deki cihatçı gruplara desteğiyle bilinen İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) çekiyor. Bunun yanı sıra Menzil cemaati bağlantılı Beşir Derneği, Deniz Feneri gibi başka dini yapılanmalara bağlı ekipler de aynı davranışı sergiliyor.
“Kurtarma çalışmaları sırasında enkaz bölgesinin gösteri alanına çevrildiği bu uygulamayı Cumhuriyet olarak İlahiyatçı yazar Nazif Ay'a sorduk.”
"(...) deprem alanında sesini duyurmaya çalışan depremzedeler var enkaz altında. Burada bırakın tekbir getirmeyi başka herhangi bir sesle gürültü meydana getirmek o insanların sesini bastırmaktır. Bu başlı başına bir cinayettir.
Eğer burada kurtarma operasyonunun sevinci yaşanıyorsa 'Allah'a şükür' dersin, 'Hamdolsun' dersin. Bunu da efendice söylersin, avazın çıktığı kadar bağırıp enkaz altında sesini ulaştırmaya çalışan insanların sesini boğmazsın. 'Halkın manevi değerleriyle takviye edilmesi' filan değildir bu."
"LAİKLİK OLMASA BİRBİRİNİ KESERLER"
“Laikliğin önemine de dikkat çeken Nazif Ay, ‘Laiklik olmasa bunlar birbirini keser. Laiklik hassasiyetinin, duyarlılığının ihmal edilmesi deprem alanında da kendisini hissettiriyor. (...)' dedi.” [1]
***
Biraz mütalaa edelim.
Cumhuriyet Gazetesi “tekbîr getirilmesini” ve “getirenleri” neden sorma ihtiyâcı hissetti?
Evvelen: “Kim bu tekbîr getirenler” diyerek başlayan haberin, daha sonrasında okuyucularını “tekbîr getirilmesine” odakladığını görüyoruz. O halde zihnimize şu soru geliyor; asıl mevzû haberin başlığı olan “tekbîr getirenler mi?” yoksa “tekbîr getirilmesi mi?”
Sâniyen: İnsâfını kaybetmemiş her adâm bilir ki, pek ziyâde ihtiyâç ve sıkıntı içinde olduğunuz bir sırada, hatta yaralandığınızda, belki ölmek üzere iken size ve âilenize veya evlâdlarınıza yardım etmeye çalışanların milliyetine, ırkına, rengine, diline bakılmaz, bunlara odaklanılmaz!
Meselâ, bir geminin batmasıyla içindeki herkesin suya gark olduğu bir hengamda, bâzı tek tük insânlar suyun üstünde çırpınıyor ve onlara yardım etmek için yüzerek gelen insânlar var, onların bu gayret ve çabalarının ne’ticesinde seni veya âileni, evlâdlarını kıyıya sağ-sâlîm çıkarsalar ve sevinç ve mutluluktan çığlık atsalar, alkışlasalar, bunu nasîb eden Allah’ı takdîs ve tesbih etseler, sen de: “burayı gösteri alanına çevirdiler” desen ve bundan rahatsız olsan; ya ne olup bittiğinin farkında değilsin, önündeki dehşeti ve âileni, evlâdlarını görmüyorsun, yâhûd öyle bozulmuşsun ki nefretin ve öfken, kalbine ve vicdânına galebe ediyor.
Unutma, onlar senin âilen değilse de, bir başkasının âilesi idi.
Sâlisen: Evet! Bir insânı kurtardıkları zaman alkış tutanlara, çığlık atanlara ve birbirlerine sarılarak tebrîk edenlere ve yakınlarının kurtulduğunu gördüklerinde umutla bekleyenlerin haykırışlarına ve bağırışmalarına şâhid oluyoruz. Eğer mes’ele enkâz altında olanlara karşı şefkat ve hassâsiyetten ileri geliyor ise, bunların da mevzû bahis edilmesi gerekirdi.
Cumhuriyet Gazetesi neden Nazif Ay’a sormayı tercîh etti?
Bu memleketin başta Diyânet İşleri Başkanlığı var, dîni ilimlerde makbûl ve mûteber olan hocaları var, eserleriyle, vaazlarıyla tanınmış ehl-i Sünnet hocaları var. Eğer bu hocalardan birine suâl edilse idi, verdikleri cevâbları Cumhuriyet Gazetesi yayınlar mıydı?
İnsânın hatırına, “zâten almak istediği cevâbı duyacağı birine mi soruyor..” diye geliyor.
Bunu anlayabilmek için Cumhuriyet Gazetesinin dîni mes’elelere yaklaşımına ve yaptığı haberlere ve Nazif Ay‘ın kişisel paylaşımlarına ve sarf ettiği beyânlarına bakmanın yeterli olacağı kanaatindeyim.
İlâhiyatçı ünvânına binâen sorulan bu soruya, Nazif Ay ne cevâb verdi?
“Bu grupların başını da özellikle Suriye'deki cihatçı gruplara desteğiyle bilinen İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) çekiyor. Bunun yanı sıra Menzil cemaati bağlantılı Beşir Derneği, Deniz Feneri gibi başka dini yapılanmalara bağlı ekipler de aynı davranışı sergiliyor.”
Tekbîr getirenlere dâir yaptığı ilk tanımlamasını ve âhirinde de hepsini aynı tarzda göstermeye çalışan ifâdelerini boynunda bırakıp, makâm münâsebetiyle buradan Cemil Kılıç’ın beyânları ile devâm ediyoruz.
Sözde İlâhiyatçı Cemil Kılıç
“Cemil Kılıç, Flash Haber adlı canlı yayında şu cümleleri sarf etti;
‘Savaşta cihat ediyorsun orada Allahu Ekber diyebilirsin. Namaza başlarken Allahu Ekber diyorsun ama sevindirici bir olay olduğunda Elhamdülillah denir.
Peki niye bunlar tekbir getiriyor, çünkü bu siyasal İslamcılığın bir sloganı haline getirildi. İslam'ı bir ideolojik harekete çevirenlerin sloganı, dini bir sözden siyasi bir söze çevrildi Allahu Ekber sözü. Orada bu sloganı atanlar örgüt propagandası yapıyor. Namaz kılarken, kurban keserken bunu söyleyemeyiz ama yıkıntı altından birini kurtarıyorsun Allahu Ekber diyorsun apaçık propaganda, hatta yasa dışı örgüt propagandası yapıyor.’” [2]
**
Bu ifâdeler üzerinden de bir takım izâhları milletimizin bilmesi ve farketmesi için yapalım:
Sevindirici bir olay olduğunda elHamdûlillah denir, bu doğrudur fakat, Allahu Ekber denilmez’e getirmesi kat’iyyen yanlıştır.
Vahyin bir süre kesilmesinden sonra vahye muntazır kalan Allah’ın Rasûlu, Sûre-i ed-Duhâ’nın nâzil olması üzerine “tekbîr” getirdiği, “Allahu Ekber” diyerek sevincini izhâr ettiği rivâyetlerde vardır. Cihâdlarda da böyledir. Zafer müjdesine binâen Rasûlullah “tekbîr” getirmiştir. Bu hem bir sevinçtir, hem bir ilândır. Ulemâ bu nedenle, sevindirici hâdiseler ve haberler karşısında “tekbîr” getirilmesini müstehap (güzel amel) saymıştır. İbâdetlerin birçoğunun içinde de tekbîr getirmek vardır.
Sûre-i el-Müdessir’de Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki;
يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ * قُمْ فَاَنْذِرْۙ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْۙ
Meâlen: “Ey elbisesine (örtüsüne) bürünen! Kalk ve insanları uyar! Rabbini tekbîr edip yücelt!” (1-3)
Bu, bütün Müslümanların üzerinedir.
Demek ki, her tekbîr getireni “siyâsal propaganda yapıyor” diye ithâm etmek ve yasa dışı örgütlerle irtibatlandırmak ne âyetin emrine, ne Rasûlullah’ın tatbîkâtına, ne insâfa, ne vicdâna, ne adâlete, ne hukûka, ne de akla ve mantığa sığışmaz.
Tekrâr Cumhuriyet Gazetesi ve Nazif Ay ile devâm edelim.
“(...) deprem alanında sesini duyurmaya çalışan depremzedeler var enkaz altında. Burada bırakın tekbir getirmeyi başka herhangi bir sesle gürültü meydana getirmek o insanların sesini bastırmaktır. Bu başlı başına bir cinayettir.”
Bu verilen cevâb, İlâhiyat alanı ile ilgili değildir. Bu ifâdeler, deprem bölgesinde arama ve kurtarma çalışmalarını profesyonel olarak yapan uzmanların üzerine düşen açıklamalardır.
Bilirsiniz ki, enkaz altında sağ olan insânların olup olmadığını anlamak için köpekler ve/veya enkaz altı dinleme cihazları ve/veya termal ısı dedektörleri kullanılıyor ve imkânların olmadığı yerlerde dahi sürekli seslenme ve enkaz altı dinleme yapılıyor. Yoksa, hadi bir yerden kazmaya başlayalım, kimin sesini duyursak oraya yöneliriz şeklinde bir ilerleme yapılmıyor, yapılmaz da.
Elbette ki bizzat sahâda çalışan ekipler ve oradaki sağlık personelleri ve yakınlarının enkâz altından çıkarılmasını umutla bekleyenler; bunu akletmede herkesden daha ziyâde öncelikli ve duyarlı ve akletmeye daha yakındır.
Asıl dikkatimizi çeken ise, birinin sağ olarak çıkarılmasının sevincini yaşayanların alkışları, çığlıkları değil de, neden tekbîr getirilmesi tenkîd ediliyor!?
Evet o tekbîrler; hem dışarıda çalışanlara bir teşvîk ve güç, hem o enkâz altında bekleyenlere dahi umutlarını kuvvetlendirecek pek mühim bir maddî ve mânevî takviyedir. O tekbîrleri işiten, Allah’tan istimdâd dilemeye temâyül eder, hem de anlıyor ki başkaları bu enkazdan çıkarıldı, benim de çıkmam yakındır diye rûhunda bir kuvvet hisseder.
Devâm ediyoruz.
“Eğer burada kurtarma operasyonunun sevinci yaşanıyorsa 'Allah'a şükür' dersin, 'Hamdolsun' dersin. Bunu da efendice söylersin, avazın çıktığı kadar bağırıp (...)”
Yüksek sesle tekbîr getirmenin, efendice olmadığını da öğrendiğimiz bir çağın içindeyiz ve sözde bir İlâhiyatçıdan, arama-kurtarma ekiplerinin nasıl davranmaları gerektiğine ve ayrıca nasıl sevinmeleri gerektiğine dâir dersler alıyoruz..!
Ve son beyânı ise:
‘LAİKLİK OLMASA BİRBİRİNİ KESERLER’
Laikliğin önemine de dikkat çeken Nazif Ay, ‘Laiklik olmasa bunlar birbirini keser. Laiklik hassasiyetinin, duyarlılığının ihmal edilmesi deprem alanında da kendisini hissettiriyor. (...)’ dedi.”
Birinci suâlin bir cevâbı da bunun içinde gizli.
Evet, tekbîr getirmenin nereye dayandırıldığını okuduğumuz bir hezeyan. Ve Müslümanların birbirini kesmemesinin te’minâtının da “laiklik” olduğunu öne süren bir zihniyet.
Bu lâiklik hakkında söylenecek ve yazılacak çok şeyler var fakat yazıyı bu veche çevirmek değil, tekbîr üzerinden tamamlamak niyetiyle devâm ediyorum.
Bakınız kardeşlerim ve azîz milletimiz,
Deprem gibi elîm ve ağır musîbetler altında bulunan insânları kurtarmak için seferber olmuş, gecesini-gündüzünü birbirine katmış, enkaz yığınlarının altına girmeyi göze almış ve bir insânı oradan çıkarabilmek için saatlerce uğraşanların buna muvaffak olduklarında aldıkları lezzet ve onlara verdiği sevinç ve bizlere de vermesi gereken mutluluk ve şükür hissi; o insânların kendi âlemlerinde sevinmelerine ve sevinme şekillerine menfî bir nazar ile bizlere baktırmamalı. Küfrü işmâm eden bir vaziyet olmadıkça, onlara binler teşekkür. Onların bu gayret ve çabalarının ve herkesi sevince boğan güzel ne’ticelerinin takdîr edilmesi icâb ederken; o kurtarma ekiplerinin hallerini, tavırlarını ve vaziyetlerini tenkîd etmek ve hiç makâmı ve yeri de olmayan uçlara çekmek; ne kadar yakışıksız ve çirkin ve nâhoş olduğunu ehl-i vicdân ve kalp takdîr edecektir.
Hem bu tenkîdleri yapanların eşleri ve çocukları o enkâz altında olsaydılar ve o tekbîr getirenler, onların evlâdlarını, eşlerini, vâlidelerini enkaz altından çıkarsa idiler, elbette mahcûb olup, pişmân olacaktılar. Velev ki bütün bütün insânlıktan çıkıp, canavâr sûretine girmemişler ise.
Elbette bu kâinâtın Hâlıkı ve Mâliki olan Cenâb-ı Hakk’ın “Allahu Ekber” denilerek, O, herşeyin fevkındedir mânâsını umûm kâinata işittirmek ve O’nun bütün sıfatlarını yüceltmek ve ilân etmek bir Müslüman’ın şiârı olduğu gibi, bundan rahatsızlık hissetmek de zulûmâtı (karanlığı) nûr, nûr’u da zulûmât gören bir kalbin şiârıdır.
Evet, îmânın verdiği yâkîniyet ile Allahu Ekber diyenler; koca binâların, beton kütlelerin ve parçalanan blokların, tâkat getiremeyip boyun büken ve ayrışan demirlerin ve dâireler içinde bulunan katı ve câmîd ve ağır eşyâların yâni buzdolapları, çamaşır makinaları, gardoroplar, yemek masaları, cam eşyâlara kadar herşeyin bir anda birbirine karışarak ve gâyet zayıf ve âciz ve parçalanmaya müsâid olan etten ve kemikten müteşekkil ve kendilerini o çökme hengâmında kat’iyyen koruyabilmeleri mümkün olmayan bebekleri, çocukları, kadınları ve umûm insânları da arasına ve içine alarak; kimileri yedinci, kimileri altıncı, kimileri beşinci kattan bütün o umûm parçalayıcı sert eşyâlar ve beton parçalarıyla birlikte aşağıya düştüğü ve yuvarlandığı hengamda ve yine zeminde veya birinci katta yaşayanların başlarına, tepelerindeki dört-beş katın içindeki umûm eşyâlarla birlikte betonların yığıldığı bir vaziyette, ecel emri verilmemiş olanları korumasına alan ve onlara gâyet güvenli bir yer açan ve o eşyâlar arasında kabir misâl bir menzîl vücûda getiren gaybî bir kudreti ve rahmeti ve inâyeti görenler ve buna şâhid olanlar; elbette diyorlar ve diyecekler ve demeye de devâm edecekler ki; ALLAHU EKBER!
Evet o eşyâları, tepeden aşağıya doğru inerken, yuvarlanırken, o insânlara birer menzîl sûretinde yerleştiren, ancak ve ancak herşeye mâlik ve herşeye sözü geçer ve herşeyi görür ve herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan bir Zât’a mahsûstur ki; bunu gören ve müşâhede eden o Müslümanlar, îmânlarından tezâhür eden bir hayret ve sevinç ve sürûr içide ALLAHU EKBER derler ve bu mânâları mânen hissederler ve o gayretlerinin ne’ticesinde şâhid olduklarına ve mükâfât olarak da bir insânı o enkaz altından çıkarmanın sevinciyle ALLAHU EKBER derler ve demeliler ve biz dahi diyoruz ki evet ve evet yalnızca; ALLAHU EKBER!
"Allahu Ekber"in bir vech-i mânâsı: Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ve ilmi herşeyin fevkınde büyüktür, hiçbir şey dâire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acib ve tavr-ı aklın haricindeki herşeyden daha büyüktür ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sarahat-ı kat'îsiyle beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin îcâdı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mânâ i’tibâriyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük mûsibetlere ve büyük maksadlara karşı, herkes ‘Allah büyüktür, Allah büyüktür’ der.. kendine tesellî ve kuvvet ve nokta-i istinâd yapar.” (Asâ-yı Mûsâ)
Cenâb-ı Erhamürrahimin (Celle Celâluhu), bu musîbette hayâtını kaybedenlere, bu âfeti haklarında birer kefâret ve şefaatçi hükmünde eylesin. Âmîn. O kullarına mânevî şehîdlik mertebeleri ihsân etsin. Âmîn. Depremde zâyî olan mallarını, onlar adına sadaka nev’inde kabûl edip, bâki ve ibkâ etsin. Âmîn.. Bu deprem hâdisesini birbirimize kenetlenmemize vesîle eylesin. Âmîn.
Rûhlarına el-Fâtiha.