Cenab-ı Hak bazı hikmetler için sebebleri kendi icraatına perde yapmış.
Bütün sebebleri yaratan ve bazı müssebebâtı da o sebebler ile mukarrin yani yakın kılan Allah, o sebeblere icad kabiliyeti vermemiştir.
Hakiki hiç bir tesiri bulunmayan sebeblere Allah emrettiği için başvurur müraat ederiz ama kalben müracaat etmeyiz. Yirminci Mektub'da bu konu böyle ihtar edilmiştir: “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme.” (Risale-i Nur-Mektubat/248)
Evet sebeblerin tesiri yoktur. Bununla beraber Allah öyle emrettiği için sebeblere müraat ediyoruz. Allah'a en sevgili ve en yakın kul olan Efendimiz Aleyhissalatü vesselam da sebeblere müraat ediyordu. Tâ ki imam olduğu insanlar da adetullah kanunlarına güzelce uyumayı öğrensinler. On üçüncü Lemada bu konuya böyle vurgu yapılıyor: “Herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile tesis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi "Sipere giriniz!" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ tamamıyla hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaati göstersin.” (Risale-i Nur-Lem'alar/96)
Demek bir yandan esbabin tesiri olmadığına şuur ve bir yandan da adetullah kanunlari çerçevesinde onlara müraat etmek bizden isteniyor. Bundan anlıyoruz ki Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmiş olan bir kimse kalben ve vicdanen Allah'a bağlı olduğu bir halde iken fiilen esbaba müraat edecektir.
Bu asrın insanları olarak bizler için çok can alıcı ve hatta ruhumuz cesedimizden ayrılırken işimizi zorlaştırıcı bir konuda mühim bir suale geleceğiz. Bu suale gelmeden evvel mühim ve müdakkik ve müdellel merhum Abdülkadir Badıllı Ağabey'in tercüme ettiği İşarât-ül İ'caz tefsirinden sebeblerle ilişkimizin nasıl olması gerektiğini çok güzel izah eden bu parçayı da okuyalım:
“Evet, Cenab-ı Hak –Celle Celâlühu– kendi meşiet-i sübhaniyesiyle kâinatta öyle bir nizam tevdi’ etmiştir ki; (zahire göre) müsebbebâtı sebeplere bağlamış. İnsanı da –tabiatı, vehmi ve hayaliyle o nizama müraât etmeye ve onunla bağlanmaya düçar kılmış, her şeyi de, mezkûr nizama doğru yönlendirerek sevketmiştir. Kendi Zat-ı Sübhanîsi ise, esbabın tesiratından tenezzüh ederek tekaddüs eylemiştir. Hem insanı i’tikad ve imanca, bu daire-i itikada –vicdanıyle, ruhuyla– muraât edip bağlanmasını teklif eylemiştir. Evet, dünya hayatında, sebepler dairesi itikad dairesine gâlip ise de, Ahirette akaid’in hakikatleri perdesiz tecelli edecek ve esbab dairesine galebe çalacaktır. Evet, bilmiş olasın ki; sebepler dairesiyle, itikad dairesinin, her birisinin kendine mahsus muayyen makamları ve mahsus hükümleri vardır. Öyle ise, her birisinin kendine ait olan haklarının verilmesi gerekir.” (İşârat-ül İ'caz(Bd.)(sh:47)
Konuyu tamamlaması cihetinden bir de bu cümleyi okuyup üzerinde ciddi düşünmemiz ve çalışmamız icab eden sualimize geçelim.
“Belki o vesait ve esbab denilen şeyler –o vaziyette– o abd’a hizmetkâr olurlar da; ve abd ise, yalnız Vahid-i Ehadı ma’bud ve maksud olarak tanıyan ve bilen olur. Ve işte o zaman –üst tarafta bahsi geçtiği üzere– itikad ve vicdan dairesi tecelli etmiş oluyor.” (İşârat-ül İ'caz(Bd.)(sh:50)
Peki şimdi bizim için çok mühim bir suale gelelim: bizim neden sebeblerin tesiri olmadığı hakkında yakînimiz yok? (Elbette bu hakikate yakîni olanları tenzih ettiğimizi belirtmeye hâcet olmaz her halde.)
Bunun sebeblerinden birisi aldığımız eğitimdir. İlkokuldan itibaren aldığımız eğitimde zihnimiz her zaman sebeb ve sonuç ilişkilerine göre işlemeye alıştı. Sebeblerle ilgili mâlumatımız hep oldu fakat sebeblerin arkasında asıl iş gören kudretin ve bu kudretin sahibinin varlığı hakkında bir küçük ihsas edici bile olmadı bizim için eğitim hayatımızda. Her ne kadar pek çok hakikati Allah'ın lütf u inayeti ile ilmen ögrendiysek de bir yandan maddeyi hep önceleyen bir zihniyet küçükten beri yerleşti bizde.
İkinci bir sebeb olarak toplumdaki genel algı bu sebebleri kalben ilah edinecek derecede bağlanıp yapışmaya mahal verdi. Hemen her ortamda imanı kemale ermiş birinin manevi tesiri haricinde bulunulan her yerde madde ve sebebler kalben murtabıt olunma derecesinde tutuldu.
Elbette bunu dünyanın genel ahvali içinde de sebebleri ile değerlendirebiliriz ama şimdi uzun gitmeyelim.
Netice itibariyle Müsebbib ül esbabı yeterince tanımayınca sebeblerle cedellesip dururuz. Sebebleri muhatap kabul ediyoruz, halbuki sebebler bir esmanın kapısını çalmak demektir. Kalben ve vicdanen rabıtalı olduğumuz Allah'ın emrine imtisal etmek demektir. Kalbdeki iman yeterince kuvvetli olmayınca sadece vehim ve hayal ile müteveccih olunmaya lâyık olan esbab kalbe alınıyor ki en dar daire olan kalb dairesindeki en büyük vazifelerden biri de kalbe mahlukâtı manay-ı ismi cihetiyle almamak iken bu vazifenin ihlali ile iç alem keşmekeşe uğruyor.
Sebeblerle olan münasebetimizde çok büyük bir yer tutan insanın insanla olan irtibatı ile ilgili olarak Mesnevî-i Nuriye’den bir cümle ile bu mühim konuyu idrak etmek duası ile yazıya nihayet verelim.
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Hâlık'ını razı etti isen halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahâzâ ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafî olduğu gibi tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.” (Risale-i Nur-Mesnevi-i Nuriye/188)