Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (40)
Toplum hayatında uyulması gereken bazı ilkeler var. Onlara uyulmadan topyekûn huzura kavuşmak uzak bir ihtimal. Bediüzzaman Lemaat’ta bunların bazılarını sayma bağlamında, birbirine benzemenin tezadın önemli bir sebebi, uyumluluğun dayanışmanın esası, sığar-ı nefsin kibrin membaı, kalp zayıflığının gururun kaynağı, acizliğin muhalefeti körüklediği, merakın ise ilme hoca olduğunu vb. sayar. Ancak bunlardan biri olan “Müsavatsız/eşitliksiz adalet, önce adalet değil” diye tanımladığı kuralı saydıklarının en başına koyarak “eşitlik” ilkesine vurgu yapar.
Üzerinde durulması gereken “eşitlik” kavramının doğru anlaşılmasıdır. Eşitliğe bütün insanların birbirine eşit olarak olduğu şeklinde bir anlam yüklemekdoğru değil. Çünkü hiçbir insan birbirine benzemez; birinin becerisi çalışması sayesinde bir başkasınınkine baskın çıkabilir, biri güçlü diğeri güçsüz, biri sportif diğeri hantal, biri zengin diğeri fakir ve biri bilgili diğeri cahil olabilir. Bu farklılık, toplum mozaiğini oluşturmada asıldır; aksine insanlık birbirinden yararlanacağıçok renklilik ve seslilikten mahrum kalır, yani tekdüzelikten kurtulamazdı. Hiç kimse bu tür eşitliğe, yani “”mutlak eşitlik” e razı olmaz.Sosyalizm, sistemini bu anlamsız eşitlik anlayışına oturttuğu için gülünç ve başarısız olmaya mahkûm olmuştur. Şunu hemen söyleyelim ki insanlar eşit değil adalet esasına göre dünyaya gelmişlerdir.
O halde eşitliği nasıl anlamalıyız? Eşitlik, hukuk önünde olan bir şeydir. Kim olursa olsun vene olursa olsun,ister fakir-zengin, ister bilgin-cahil, ister güçlü-zayıf, ister itibarlı-itibarsız herkes, kanun karşısında aynı hakka sahiptir. Yoksa kişinin fazileti, şerefi ve yetenekleri her zaman saygı duyulmuş ve korunmuştur. Diyelim kiparmakla gösterilen iyi ve ancak hasbelkader suç işleyeninsanınbir müeyyidenin karşısında hiçbir imtiyazı yoktur; sıradan insanın başına gelenler onun başına da gelebilir. Nitekim Bediüzzaman da, “Müslüman olmayanlarla nasıl eşit olacağız?” diye sorulan bir soruya, “Müsavat/eşitlik fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır” demek suretiyle, “eşitlik” ilkesinin nasıl anlaşılması gerektiğini bundan yıllar önce söylemiştir.
İnsanların temel hakkı olan “eşitlik ilkesi”nin, İslam’ın ön gördüğü temel bir kuralı olarak Asr-ı Saadet’in o altın çağında parmak ısırtıcı nitelikte uygulandığını görüyoruz. Halifeyken Hz. Ömer sıradan bir Hıristiyan’la, yine halifeliğinde Hz. Ali bir Yahudi’yle mahkeme edilmişler. Daha sonraları Selahaddin Eyyubi de bu “eşitlik ilkesi” ne uyup yetkili oluşuna bakmadan bir Hıristiyan’la sorguya çekilmesine boyun eğmiştir. Hakkın karşısında halife, bir anlamda sultan ile sıradan bir insanın nasıl da eşit olduğu belki de tarihte çok ender görülen adalet uygulamasıdır. Eşitlik ilkesinin uygulandığı toplumlarda yerleşmiş ve yediden yetmişe yaygınlaşmış bir huzuru görmemek mümkün değil. Eşitlik olmazsa adaletin uygulanması da güçleşir. İmtiyazlı kişi ve grupların olduğu bir toplumda adalet nasıl uygulanabilir; cezaysa ceza ve ödülse ödül nasıl verilebilir?
Ebu Lehep, Peygamberimizin amcası olmakla ona en çok karşı çıkanlardan biri. Bir gün Peygamberimize “Ben Müslüman olursam bana ne var?” diyerek, kendine göre imtiyazını kullanmak istemiş. Peygamberimiz “Herkese ne varsa sana da o var” deyince, “Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun” demekle gururunun ateşiyle baş başa kalmış ve Kur’an’da gelecek kuşaklara ibret olsun diye nankörlüğünün cezası olarak kendi adıyla anılan bir sure de inmişti. Oysa hak, hiç kimseye ayrıcalık tanımaz.
Şimdi bu ilkeyi bireye indirgeyebilir miyiz? Çünkü toplum bireylerden oluştuğuna göre, bu asil ve temel ilkeninönce ruhlara kazınması gerekir.Her şey basitten başlar; kendimizden ve yakın çevremizden. Birey, önce bu ilkeyi kendisi yaşamalı ki toplumu ilgilendiren konularda en küçük bir kararsızlık geçirmeden uygulayabilsin.
“Eşitlik ilkesi”, bireyde “objektif” ya da “gerçekçi” olma ile kendini gösterebilir. Mesela; objektif bir tutum sergileyen bir kişi, düzenlediği genele açık olan davetine katılanlar arasında hiçbir ayrım yapmaz. Hatırı sayılır birine gösterdiği iltifatı sıradan birine göstermesini her şeyden önce onun objektifliği gerektirir. Bu davette herkes onun için birdir; ona göre hiç kimsenin ayrıcalığı yoktur ve olmamalıdır.Sorulan soruya ise, kimden gelirse gelsin, aynı ilgiyi gösterir. Kim olursa olsun, muhatabı tatmin etmede duyarlılığını esirgemez. Konumundan dolayı birini küçümseyici bir tavır içine girmez ve diğerine de methiyeler düzmez. Bu ilkeli duruş aynı zamanda tevazuun da kendisidir.
Eşitlik ilkesi bireye “önyargısızlık” olarak da yansıyabilir. Önyargılı olan, birilerine adaleti gözetmede zorluk çeker ya da hiç uygulayamaz. Birine “mim” koyacak bir olaya şahit olmadıkça, herkes tertemizdir, suçsuzdur; ilk görüşte hoşlanmamış olsa da bu duruşu sürdürmek durumundadır. Kişiden kişiye anında surat değiştirenler için karaktersizlik ya da en azından kişilik zaafı gündeme gelebilir. Bu konuda eşitlik ilkesini koruyup adaleti gözetenler son derece azdır. Kendisi aleyhinde bir duyum aldığı birine karşı nasıl davranmalı insan? Araştırılır ya da bizzat durum muhatabına söylenir; yani duyum açıklığa kavuşuncaya kadar davranışta bir değişiklik olmamalı eşitlik ilkesine göre. Hukukta bu “Beraat-i zimmet asıldır” diye bir Mecelle kaidesi olarak geçer; yani sorgulanan, suçu ispatlanıncaya kadar suçsuz işlemi görür. Bunun gibi birey olarak kimseye karşı su-i zanda da bulunamayız.
Kur’an’da “Abese” adıyla anılan sure, bir rivayete göre müşriklerin ileri gelenlerinden birkaçının Peygamberimizin yanında olduğu sırada, “beni bilgilendir” diye gelen âmâya/kör karşı yüzünü ekşitenyüce Peygamberimize bir uyarı olarak indi. Gelen âmâ, Peygamberimizin yakını da olmuş olsa ve yanındaki müşriklerin imana gelmesi önem de arz etse, vahyin karşısında herkes eşitti ve hiç kimsenin imtiyazı olamazdı. Elbette öncelik temizlenmek ya da bilgilenmek isteyenindi. Kur’an, Peygamberimizin tercihini müşriklerin ileri gelenlerinden yana kullanmasına razı olmadı. Hak gerçekten ciddi anlamda vahye kulak veren âmânındı. Bu nedenle vahiy hemen devreye girip, üstelik yanında olan müşriklerin de ne yapacağı belli olmadığı bir pozisyonda,her şeyiyle hazır olanla ilgilenmesi anlamında Peygamberimizi uyarmıştı.
Peygamberler bu eşitlik ilkesine tamamen uydukları için kendilerine tabi olanların çoğunun sıradan insanlardan olmasının esprisi ve anlamı budur. İslam’ı seçenlerin çoğu başlangıçta toplumun alt kesiminden olmuştur. Adalet eşitlik ilkesinin uygulanmasıyla doğru orantılıdır. Bu birey dünyasında da toplum dünyasında da böyledir.
Eşitlik ilkesi ilkeli duruştur. Anında kişiden kişiye tutum değiştirmek, elde hiçbir delil olmadan birini göklere çıkarmak ve diğerini yerin dibine indirmektutarlılık asla değildir.