Çoğu zaman, eşitlik mefhumunun, adaletle karıştırıldığını görüyoruz. Eşitlik, iki şeyin her yönden denk olması demektir. Adalet ise her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir.
İnsana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır, ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır...
Mutlak eşitlik, yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıttır.
İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısraı da şiirin tümünü gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa düşer, son mısra arkada kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.
Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder...
Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...
Cenâbı Hakk'ın şu âlemdeki icraatı da eşitlik üzerine değil, adalet esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât kavramlarından söz edilebilir miydi? Bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık ortada toplum hayatı diye bir şey kalmaz. Bu faraziye ile, ne peygamber (as.), ne ümmet, ne kumandan, ne nefer, ne baba ne evlat, ne işveren, ne işçi, ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi?
Diğer varlıklara da bir göz atalım:
Mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!.. Şimşek çakıyorsa, bulutların elektrik yüklerinin aynı olmadığındandır.
Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?..
Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.
İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böyle olmasını istemiştir.” diye cevap verilecektir. Aksini irade etseydi o soru yine sorulacaktı.
Kaldı ki, ne o serçe ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tâbi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen hayat makamını az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâbı Hak onlara, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuurlu bir şekilde biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını. Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor.
İşte bütün bunlar İlâhî adaletin harika tecellileri. Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.