Risale-i Nur‘da esrar kelimesi başlı başına bir tema gibi işlenmiş. Esrar kelimesi insanlık tarihinin yerine göre en belalı, yerine göre en yıkıcı, yerine göre ferahlatıcı bir kelimesi. Hegel’e göre kainat kaotik, Bediüzzaman’a göre bir büyük kainat kitabı. Newton ise kainatı sırlar deposu okyanusu olarak anlatıyor. ”Ben birkaç taş buldum bu okyanus sayısız sırlarla dolu“ diyor. İnsanlar bu eşya, olay ve nesneler yığını olan kainata anlam vermek için çok çabalamışlar ama bunlar sıradan akıllar değil. Özel, muhakkik akıllar. Muamma-i müşkülküşa, tılsım-ı hayret feza bu kainat, bu sözü söyleyen iki kelime ile felsefe tarihini anlatmış.
Bediüzzaman, İstanbul hayatında siyasetle çırpınan Osmanlı’yı kurtaracağını düşünmüş. Helaket ve felaket bir mantıkla hareket etmiş ama çaresiz kalmış. 31 Mart’a bakmış itaat muhtel, görünen ise çok renkli geri çekilmiş. Nevzuhur mecliste namazın hukukunu savunmuş geri çekilmiş. Kader onu geleceğin münbit rüzgarı ile Barla’ya atmış. Otur esrar-ı kainatı kaleme al.
Kendisi anlatıyor:”Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inâyet tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.”
İnsanlık aç, siyaset İspanyol nezlesi. Ona kalsa onun yine oturup yazması mümkün değil, ama zulmün arkasında adalet tecelli etmiş.
Herkes esrarı göremez ama o sırlara aşina. Sapıkların inadını kırmak için Kur’an’ın esrarından yardım alıyor, istimdad ediyor. Risale-i Nur’daki esrarlar bir kitap konusu olur, hangi birini anlatacaksın. Çok zaman sırları makam kaldırmadığı için birazcık kurcalar. Necip Fazıl da kendini sırları çözmeye çalışan olarak görmek ister, bu yüzden kendine “gaibi kurcalayan çilingir” der. Kendini ne kadar iyi ifade etmiş. Bediüzzaman manaların esrarını ortaya çıkarmış, kainattan halıkı soran seyyah bir sır arayıcısı.
“Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibarıyla çok zayıf ve müflisim. Harika kerâmâtım yok ki, bu hakâiki onunla ispat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celb edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü teshir edeyim. Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’ân-ı Hakîmin esrarından bazan istimdad ederim. Kerâmât-ı Kur’âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlâhî hissettim, iki elimle sarıldım.”
Bir ayetin sırlarını merak eder bir muhibbanı…
“Mektubunda
O sırları soran talebesine sırları çözdüğü bazı eserlerini salık verir. O içerde ama biz dışardan bakıyoruz, ya nasıl olacaktı ki.
Lemaat’ta esrar cümleleri kullanır. Aşağıdaki cümlelerin birçoğu esrar kelimesi ile akraba.
“Nakil ve hikayatında, ihbar-ı sadıkada esasi noktalardan hazır müşahit gibi bir üslub-u bedi-i pürmaani. Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelini, ahval-i ahirini, esrar-ı Cehennem ve Cinanı.” (Önceki ihbarlar, kadim tarihe dair ihbarlar bize göre esrar haddı zatında da esrar, esrar-ı şehadet, yani şahit olunan şeylerin sırlara taalluk eden yanları. Gözlemleme müşahadenin en esrarlı örneklerini vermiş Bediüzzaman. Serair-i ilahi, ilahi sırlar. Allah’ın sırları. Ne söylersin, naklet sadece. Revabıt-ı kevniye dünyayı meydana getiren varlık parçaları arasındaki birbiriyle irtibatlı ve fonksiyonel bağlar.)
Hakaik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahi, revabıt-ı kevniye dair hikayatıdır hikayet-i iyani. Ki, ne vaki reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavi kitaplann ki, matmah-ı cihani. (Onun bulduğu sırlara kim ne diyebilir ki?)
“İttifaki noktalarda musaddıkane nakleder, ihtilafı yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle nakli umurlar, bir "Ümmi"den suduru, harika-i zamani.
Altıncı Unsur ise, mutazammın ve müessis olmuş din-i İslama. İslamiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekanı!
Arzımızı senevi, yevmi dairesinde şu hayt-ı semavidir; tutmuş da döndürüyor.”
Bismillahirrahmanirrahim’in binler esrarından altı sırrına dairdir. Bismillah risalesi büyük esrarları faş etmiş. Ama yazar yirmi-otuz sır düşünmüş, sırlar beş altıya inmiş. Acaba öyle mi gerekti yoksa makam mı kaldırmadı. Hazret böyle diyor işte.
“İHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için, nota suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmekle avlamak ve zaptetmek arzu ettim. Fakat, maatteessüf, şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi otuzdan beş altıya indi. "Ey insan!" dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha h¸şyar zatlara, belki medar-ı istifade olur niyetiyle, On Dördüncü Lem’anın İkinci Makamı olarak, müdakkik kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden ziyade zevke nâzırdı.”
Aşağıdaki metin ilk bakışta sırla, esrarla bağlantılı değil ama ehli dalaletin Cenab-ı Nebi’yi (asm) eleştirdiği bir bahiste bize peygamberin hayatının bize göre mahfi sırlarından bahsetmiş. Harika, defalarca okunsa haz verecek bir metin.
“Aziz kardeşlerim,
Bana söylemek üzere Şamlı Hâfıza iki şey demişsiniz:
Birincisi : "Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın Zeyneb’i tezevvücünü, eski zaman münafıkları gibi yeni zamanın ehl-i dalâleti dahi medar-ı tenkit buluyorlar; nefsanî, şehevânî telâkki ediyorlar" diyorsunuz.
Elcevap : Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehâtın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemâl-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü’l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca birtek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesât-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücâtı, bizzarure ve bilbedâhe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir.
O hikmetlerden birisi şudur ki: Zât-ı Risaletin akvâli gibi, ef’al ve ahvâli ve etvar ve harekâtı dahi menâbi-i din ve şeriattır ve ahkâmın mehazlarıdır. Şıkk-ı zâhirîsine Sahabeler hamele oldukları gibi, hususî dairesindeki mahfî ahvâlâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de ezvâc-ı tâhirattır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir.
Ezvac-ı tahirat dinin esrarını zaptetmişlerdir. Mahfi ahvalat ta yine sırlar ailesine dahildir.
Aşağıdaki cümleler de onun zulüm ile karartılmış hayatının sırları sayılır.
“Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten iskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilâttan memnu bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlâhiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.”
Osmanlıyı yıkanlar ismi Ahmet-Mehmet olan bu ülkenin çocukları ama 1900’lerin başından 15 Temmuz’a kadar, pusudalar. Fırsat buldukça ortaya çıkıp hinliklerini ortaya koyuyorlar. Bu eğitim tarzı ve bu üniversite ve lise hocaları daha çok ihtilalciler, nihilistler, ateister yetiştirir.
Aşağıdaki metinde ayet-i hasbiyenin inceliklerine “Allah’ın nuru arz ve semayı istila etmiştir” ayetinin rasathanesinden girer sırlarını görür.
”Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Beni oku ve dikkatle mânâma bak."
Ben de Sûre-i Nur’daki
Muhyiddin-i Arabî demiş: "Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir." O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân’a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.
Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.”
Metinde Muhittin-ı Arabi hazretlerine “dâhiye-i ilm-i esrar” der. Sırları görme ilminin dehası der. Muhittin-i Arabi çok sırlı konulara girmiş, hep yanlış anlaşılmış, Bediüzzaman onun yerini ve meşrebini kibarca değerlendirir.
BİRİNCİ SUÂLİNİZ: Cedlerinizden birisinin imzası "es-Seyyid Muhammed"e dair mahrem sualiniz var.
Kardeşim buna ilmî ve tahkikî ve keşfî cevap vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: "Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum." Arkadaşlarım da beni tasdik ediyordular.
Yukarıdaki metinde ise Hulusi Abi ile ilgili sırla bir beyanda bulunur, alışılmış değer kategorilerinin dışında bir bakış.
Aşağıdaki metinde Kur’an’ın esrarını beyan eden risalelere Abdülkadir Geylani’nin imza basması konusuna girer ve esrarlı konulara girmeyi hoş karşılamamaka birlikte Risale-i Nur’a temas etmesinden dolayı bilmecburiyet yorum yaptığını belirtir.
“Aziz kardeşim,
Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u cah zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu sûretle nefs-i emmâreye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.
İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedîhî dâvâlan ve zâhir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nev’inden hodfüruşâne bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet, esâretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gâyet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan, bana ihtar edildi ki: "Bunu, tahdîs-i nîmet ve bir şükr-ü mânevî nev’inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir."
O risâlenin başında dediğim gibi, bunu izharda en mühim maksadım, esrâr-ı Kur’âniyeye âit olan risâlelerin makbûliyetine Gavs-ı Âzam imzâ basması nev’inden olduğudur.
İkinci maksadım: O kudsî üstâdıının kerâmetini izhar etmekle, kerâmât-ı evliyâyı inkâr eden mülhidleri iskât edip, hizmet-i Kur’âniyeye füturlar verecek çok esbâba mâruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlanmın kuvve-i mâneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlannı izâle etmek idi. Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için, ehemmiyetli zarardır. Fakat o zaranmı, üstâdımın ve arkadaşlarımın hatın için kabul ettim.
Bu Kerâmet-i Gavsiye risâlesi tedrîcen istihraç edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısâm etti. Gittikçe birbirini tenvir ve te’yid ettikçe vuzuh peydâ ediyor. İşârâtın bazısında za’fiyet varsa da, sâir arkadaşlannın ittifâkından aldığı kuvvet, o zaafı izâle eder. Hattâ, cây-ı hayrettir ki, o beş satınn âhirinde, herbirinin mertebesini ve has bir sıfatını îmâ etmek sûretinde, on beşten fazla hizmet-i Kur’âniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risâlede, kerâmet-i Gavsiye münâsebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakîkatler beyân edilmiştir.
Bu risâleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlâs ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem, başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın; beni, bir kerâmetfüruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin. Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ân’da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.
İşte, insanın sözlerinde, Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.
Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ân’da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.
Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemÂl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlup olan neticeleri verebilirler.”
Aşağıdaki metinde de Risale-i Nur’un Kur’an’ın esrarını beyat ettiğini ve velayetten beklenen neticeleri de verebileceğini anlatır.
“İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur."
Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemÂl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlup olan neticeleri verebilirler.”
Aşağıdaki metinde yine Risale-i Nur’un Kur’an‘ın gaybi sırlarından biri olan tevafuktan bahsetmesidir.
“Sekizinci Kısım olan Rumuzât-ı Semâniye
Sekiz Remizdir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’âniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur.“
Esrar kelimesinin Bediüzzaman’ın eserlerindeki anlam çeşitliğini sağladığını bir nebze açtık.