Bu altıncı mertebenin girişi Bediüzzaman’ı tanıtan ama belli bir noktada kendi etrafında dönen insanlara faydası yok. Bak nasıl anlatıyor:
“Mufarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemâlperestlik ve güzellik sevdası ve kemâlâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî ve tahribatçı olan zevâl ve fenâ ve mütemâdi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Beni oku ve dikkatle mânâma bak." Ben de, Sûre-i Nur'daki Âyet-i Nurun rasathanesine girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım.” (Şualar, 74)
Bediüzzaman eserlerinin kronolojisinde 1938’de Kastamonu’da olduğuna göre Ayet-i Hasbiye sürgünün, tecridin son yıllarında yazılmıştır denebilir. Kastamonu’da zulüm o kadar artmıştır ki Eskişehir’de bir günde yapılanın otuz misli Kastamonu sürgününde yapılmıştır. Zülüm arttıkça eserlerin keyfiyet ve derinliği artmıştır. Zulüm, dehaların mektebi olduğuna göre bu böyledir. Bütün büyük eserler edebiyat ve fikir tarihinde zulümkar ortamlarda yazılmıştır, bunun ayrıntısı uzun sürer. Toprağın altında kalan o küçücük tohumlar üzerlerindeki baskıya aldırmaz dışarıya ne güzel ağaçlar olarak çıkarlar. Buğday, Adem babadan beri toprak ile dosttur onun üstüne yorganını atar o da insanın en temel gıdasını dışarı çıkarır. Sağolasın sadık yarimiz toprak, seninle herşey hayattar, meyve ve yaprak.
Dostoyevski Ezilenleri yazmış. Ünlü eleştirmen, “Sen ne yazdığını biliyor musun?” demiş. Tıpkı toprağın buğdaya dediği olabilir, buğday “ben insanın atasıyım sen hayatının atası.” Adem ve buğdayın birbirinden farkı var mı?
Estetik tarihinin en büyük metinlerindendir, tabii tevhidi estetik. Hocam Orhan Okay bana estetik okuttu. O zaman bunu anlayacak düzeyde değildim. İsmail Tunalı’nın estetiğini okudum, bugün de baktım özneli olarak bakarsan bir tevhid kitabı ama özne yok. Her yerde olay ve nesneleri Allah’a bağlasaydı nasıl karşılanırdı, herhalde “hocam sen git imam ol” derlerdi.
Kim, nerde, nasıl durmalı bizim yüzyılların problemidir. Çoklukta birlik ilkesini anlatıyor unitas in multitudine, bizim varlığın çokluğunu Allah’a bağlamamız gibi. Leonardo’nun Kralların Secdesi resminin bu ilkenin uygulaması olduğunu gösteriyor. Resmi buldum Hz. Meryem’in kucağında Hz. İsa. Hz. İsa Kur’an’ın naklettiğine göre kundakta iken de kendinin peygamber olduğunu söyler. Hz. Meryem “bir de çocuğa sorun” der ve o da konuşur. Resimde bütün krallar kucağında Hz. İsa ile Hz. Meryem’e saygı ve secde ile bakmaktadır. Helal olsun sana Leonardo, aynı resmin bir de Albetr Dürer’in resmi var. O da aynı. Hz. Meryem yine kucağında Hz. İsa biri elinde dünyayı gösteriyor. Onun yanında biri de gösterilen dünyaya tuhaf gözle bakıyor. Yani resmin çok kapalı ama zengin bir muhtevası var. Aynı çoklukta birlik ilkesini bir başka ressam Hz. İsa’nın çarmıhtan indirilme sahnesine uygulamış. Hz. İsa çarmıhtan indirilirken etrafında onu vahdet bakışı ile seyreden hayranları ağlayanlar var. Dinler tarihinin iki trajedisi Kerbela’da katledilen Hz. Ali’nin âli efradı ve çarmığa gerilen Hz. İsa. İki trajik vaka iki dini doğurmuş bize seyretmekten başka ne düşer.
Şimdi Bediüzzaman çoklukta birlik ilkesini bu altıncı mertebede çok farklı yerlerden anlatmış.
“Ben de, Sûre-i Nur'daki Âyet-i Nurun rasathanesine girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvân-ı seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar. Ve teceddüt ve teharrükleriyle ve ayrı ayrı kàbiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemâli ve o güzellikleri tazelendiriyorlar. Ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvân-ı seb'asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemîl-i Zülcelâlin cemâl-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahlûklar (Tatlı kelimesini nerde kullanıyor baksana, görüntünün ve davranışın tadı, kuşları seyret ne kadar tatlı tatlı hayatı paylaşıyorlar, bize siz de böyle yapın demiyorlar mı) ve bu cemâlli mevcudât hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem'aları ve cilveleri olduğu pek çok kuvvetli delilleriyle Risale-i Nur'da tafsilen izah edilmiş.”
Burada üç bürhanla bahis anlatılmış. Bürhanlar tabiat, insan ve insan ilişkilerine teşmil edilmiş bir boyutta anlatılmış. Sanatı bütün herşeye yaymış. İşte bu güzelliğin estetik tarihindeki şumül boyutu. Mal büyük ama her pazara giden yok.
Fikir, felsefe ve dinler tarihi bir evin ayrı odalarında oturup birbirine küsmüş topluluklarla dolu. İnşallah Allah bunları şemsiye-i kudsisinde bir araya getirir. Onlar hayret edince “Siz zaten aynı şeyleri söyleyip durdunuz ama ortaklığı farketmediniz, haydi sizi affettim girin layık olduğunuz yere” der mi?
Sadece bu büyük ayrıntıdan şu cümleyi aldım çoklukta birlik ilkesine. Çoklukta birlik bütün kainattan iftitahda geçip secdeye kapanmaktır. Bütün ayrıntı secdede anlam bulur. Lailahe illallah ve Allahu Ekber işte çoklukta birlik. Bismillahın açılışıyla Fatiha’nın yedi kapısından kainat denilen büyük Kur’an’a girilir. Kur’an’ın önderliğinde ve oradan secdeye gidilir, çoklukta birlik. Neden Dervişler Lailahe İllallah der. Annem o kadar tesbih çekerdi ki “Himmet oğul, bazan dilim dönmüyor daha” derdi. Münkir nekiri tesbihle susturan kadın.
“Demek Sani-i Zülcelal’in kendi Zat-ı akdesine layık öyle hadsiz bir hüsn-i cemali var ki bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukuddes bir güzelliği var ki bir cilvesi kainatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lemalarıyla tezyin edip ışıklandırmış.”
Bediüzzaman, bütün yorumlarını ayetlere bağlıyor. Burada da Nur suresinden hareket ediyor. Onun ayetlere verdiği anlamları anlamak zor bir şey çünkü biz candan evin önünü görüyoruz, o ise binlerce kilometre öteyi görüyor. Bunu anlatmak bizimkilerin ve ulemanın işi değil.
Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat
Gafletle kuyuyu görmez rehgüzarında
Bediüzzaman’la Kant’ın estetik kategorilerini anlatacaktım ama çok yüksek bir çalışma. Cengiz Gündoğdu’nun Estetik Kategoriler isimli kitabı ve diğer estetik kitaplarını Kant, Hegel, Scohopenhavr ve diğerleri ile Nurları karşılaştırıp yazmak gerek çok muşikaf bir iş. Hayırlısı, ben hizaneyi işaret ediyorum, başkaları konuyu getirip gündelik siyasetin çamur işlerine karıştırıyor, ne yapayım elden ne gelir. Hz. İsa ölüleri diriltmek kolay ama canlılara söz anlatmak daha zor demiş.
Bu arada bana ilimde yeni dünyalar açan Hocam Orhan Okay Beyefendiyi ve İsmail Tunalı’yı rahmetle anıyorum. Tunalı 2015’de ölmüş 95 yıl yaşamış. Allah nasıl ona zarif davranmış, hep ilimle, derin konularla uğraşmış.