Minicik bedenine bir ruh yerleştirmişti Allah. Hem de ruh sahiplerinin içinde en şerefli kılınan ruhu... İnsan ruhunu... Planlayan, kıvamına getiren, uyumlu kılan, donatan, takan, yerleştiren O idi. Fakat anne-babalar ile öğretmenler kendi aralarında paylaşım yapmışlardı bile... “Eti senin, kemiği benim!”
Gencecik bir danışanımın ilkokul yıllarında yaşadıklarını dinlerken gözlerim çakılı kalmıştı gözlerine sanki. Fakat onun gözlerinin içi gülüyordu aksine. Takdir etmemek mümkün değildi umudunu yitirmeyişini... Zaman zaman ıslansa da, yine de bakışlarındaki gülümseme eksilmiyordu. Yağmurlu havada çıkan gökkuşağı gibiydi gözlerinin içi.
Yaptığı haylazlıklardan bahsederken gülümsüyordu “Çocukluk işte” diyerek... Karşılık olarak maruz kaldığı aşağılanmalardan ve cezalandırılmalardan bahsederken ise nemleniyordu bakışları. Biraz da fazla çelimsiz görünen bedeni sebep oluyordu hor görülmesine. Sınıf arkadaşlarının önünde bu aziz ruhu rencide etmişti öğretmeni... Defalarca... Bedeni küçüktü. Bu yüzdendi öğretmenini o minicik pencerelerden bakınca çok büyük görmesi. Belki de bir dev gibiydi... Bu sebeptendi korkması, kendini savunmaktan çekinmesi... Ama akıllıydı. Öğretmeninin yaptıklarına hakkı olmadığını anlayacak kadar. Aşağılanmalar bir seferinde öyle artmıştı ki, bir tokat olmuş yumuşacık yanaklarında patlamıştı. Artık nazik ruhu bu ızdıraba dayanamaz olduğunda tüm eşyalarını toplayıp okulun karşısındaki evine kaçıp sığınmak istemişti yavrucak. Ancak evde kimse yoktu. Kapı kilitliydi. Çünkü annesi de, babası da işteydi. Giriş kattaki evine mutfak balkonundan zorlanarak da olsa girebilmişti küçük kız. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Evine, yuvasına, güven duyduğu kucağa varmıştı. “Peki annen, baban seni evde görünce ne yaptılar?” diye sorduğumda ise duyduklarım incitmişti beni bile...
“Kollarımdan tuttular, yerlerde sürükleyerek tekrar sınıfıma götürdüler beni, zorla... ve öğretmenimden benim adıma özür dilediler. Neden biliyor musunuz?”
“Neden?”
“Çünkü etim öğretmenimin, kemiğim ise annemle babamındı!”
Yine gülümsüyordu...
O an şunu düşünmüştüm; insan Allah’ın gözdesiydi. İncitmeye kimin hakkı vardı?
…
Aradan uzun yıllar geçmiş, serilip serpilmiş, dünya tatlısı bir genç kız olmuş bugün. Nazik, çıtı pıtı bi’şey... Öyle tatlı anlatıyordu ki yaşadıklarını, sanki hayalleri süsleyen masallardan bahsediyordu. Üç-beş sene önce mezun olması gerekirken, anne-babasının ve öğretmeninin mirası sebebiyle hâlâ eğitimine devam ediyordu. İnanıyorum ki; Allah’ın izni ile çok az gecikmeli ama şahane bir giriş yapacak hayatına. Çok güzel noktaları yakalayabilmiş ve başına gelenlerden payına düşen nasihatları canı yanarak almıştı.
Eskisi kadar olmasa da günümüzde yavrularına bu zihniyetle yaklaşan anne-babalar ve eğitimciler maalesef hâlâ var. Halbuki; savunmasız gibi görünen miniklerin ruhlarını incitmek, sağlıksız insanlar yetiştirmek demektir. Elimize verilen en nadide parçayı ziyan etmek demektir. Bizler farkında olmayız ama kaygı, stres ve benliğini tehdit altında hissetmek gibi durumlarda bilinçsiz olarak devreye girer savunma mekanizmaları. Bastırma, bahane bulma, başkasını suçlama, kendini olmasını istediği gibi hayal etme, duyarsızlaşma, inkar etme gibi haller görülmeye başlayabilir. Bunlar süreklilik gösterdiğinde ise ciddi sonuçlar doğuracaktır. Bu durumlarla karşı karşıya kalmamak için hatırlamamız gereken tek şey şu:
Bedenleri minik olabilir fakat onlar da insan ruhu taşıyorlar. O ruh da, beden de, eti de, kemiği de Allah’ın! Mülk sahibi değil, emanetçiyiz... Emanetlerimize, sahibinin isteği ve tarifi üzere muamelede bulunursak emin olunuz işimiz oldukça kolaylaşacaktır...
Dua ile...