Günümüz ekonomi dünyasının revaçta olan ve değeri yükselen kavramları etkililik, etkinlik ve verimliliktir. Bunlar mal ve hizmetlerden istifadeyi mükemmel seviyeye doğru ilerlettikleri gibi, sunulan hizmetin kalitesini de artırırlar. Fizik dünya için geçerli oldukları kadar manevi boyuta ait mal ve hizmetler için de bir o kadar geçerlidirler.
Verimlilik, üretim sürecine sokulan çeşitli faktörlerle (girdiler) bu sürecin sonunda elde edilen ürünler (çıktılar) arasındaki ilişkiyi ifade eden savurganlıktan uzak, kaynakları en iyi biçimde değerlendirerek üretmek demektir. İslam ekonomisinde buna “bereket” deniliyor.
Etkililik, örgütlerin, gerçekleştirdikleri faaliyetlerin sonucunda amaçlara ulaşma derecesini belirleyen bir performans boyutudur.[1] İslam iktisadında etkililik, “kanaat” ile ifade edilir. Yani elindeki imkânlarla, ihtiyaçların oluşturduğu susuzluğu giderme…
Etkinlik ise, verimlilik ve etkililiğin aynı anda gerçekleştirilmesidir. Bu manada etkinlik tam manasıyla “iktisad”ı ifade eder. Bundan dolayı Malî Bilimler Uzmanları tarafından hazırlanan 5018 sayılı Kamu Mâli Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda bu kavramlar etkili, ekonomik ve verimli şeklinde kaynakların kullanılma kriterleri olarak ele alınmışlardır.[2]
Etkilik, ekonomiklik ve verimliliği ekoloji dünyasının ferdi olan bir ağaç üzerine şöyle inceleyebiliriz: Bir çam ağacı, yaz-kış dökülmeyen yaprakları ile fotosentez yapmada, kozalakları ve çırası ısınmada, çekirdeği olan çam fıstığı gıda sektöründe, reçinesi cila ve mürekkep yapımında, dökülen yaprakları torf ve bitkisel gübre olmada, 25 m derinliğe varan kökleri erozyonu önlemede, güzel görüntüsü resimleri süslemede, yılbaşı ağacı olarak Hıristiyan kültüründe değer ifade etmededir. Bunlar gibi binlerce yönü ve faydasıyla, verimlilik konusuna mükemmel örnek teşkil eder. Çam ağacının, varlığından gaye olarak İlâhî hikmetle takdir edilen bu hususların tamamının bir süreç içinde ve süreklilik arz ederek gerçekleşmesi ise etkililik için misal olur. Bu kadar kıymetli ve hayatî vazifelerin, küçücük bir tahta parçası gibi bir çekirdekten, belirli bir miktar toprak, hava ve su gibi ucuz bir maliyetle temin ediliyor olması etkinlik ve iktisadiliği ifade eder. Ekolojik denge içinde diğer canlılarla faydalanması ve faydalandırması noktasında bağlarını da nazara alınırsa, ekoloji dünyası İktisad Bilimi için sayısız ders kitabı mahiyetinde okunacak ferdlerden meydana gelen bir Makro İktisadî yapıdır, diyebiliriz.
Her ne kadar bu kavramlar Makro İktisadın konusu olarak Mâliye bilimi tarafından ele alınsa da öncelikle Mikro İktisadı ilgilendiren bir husustur. Çünkü devleti ferdler meydana getirdiği gibi, Makro İktisadî yapıyı da mikro ölçekli ekonomik faaliyetler oluşturur. Hiçbir ferdinin tasarrufa değer vermediği ve yapmadığı bir toplumda Makro boyutta da tasarruf ve kalkınma olamayacağı âşikârdır.
Şahısların hayatında iktisâdîliğin hükmedebilmesi iktisad konusundaki algıya dayanır. Bir konudaki şuur ise, öncelikle o konuya dair ilim ve araştırmayla temellenir. İktisad, Arapça’da ve Hukuk biliminde bir şeyi bilerek ve isteyerek yapma olarak tanımlanan kasd kökünden türeyen bir kelimedir. Mal ve hizmetlerle ilgili her bir faaliyeti kasdîlik içeren ve bir karakter halinde kişide sürekli görünen ahlaka, iktisad denilir. Bu manada isteyerek yapılması, onun etkililik yönünü belirtir. Gaye, istek ve arzuların tatminidir. Bilerek yapılması ise, onun verimlilik yönünü gösterir. Bilgi arttıkça, kişinin mal ve hizmetten istifade yönü, derecesi ve miktarı da artar. İlim, mal ve hizmete dair hakikati gösteren bir göz olduğu gibi, aynı zamanda kişinin kendi ihtiyaçlarını sınıflandırmasında da içsel bir göz ve rehber olur. Hayatî ve zarurî ihtiyaçları ilk sıraya, lüks ve tâli ihtiyaçları ikinci ve sonraki sıralara yerleştirir. Bu manada iktisadîlik kişisel hayata girdiğinde israf tamamen biter. Bununla birlikte elindeki az veya çok imkânlar da kişinin ihtiyaçlarını zaruriden göreceliye doğru olacak şekilde tatmin ederek onun sefil ve borçlu bir hale düşmesini engeller. Bu ince ve kesin boyutu Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “Lâ yeûlü men iktesada”[3] (İktisad eden asla sefâlet yüzü görmez.)
Kişisel boyuta şöyle bir örnek verebiliriz: Satın alınan 1 kg ıspanaktan iki tarzda istifade edilir. Birinci tarzda, yemeği yapılan sağlam kısımlar yıkanırken ayıklanır, diğer kısımlar kesilerek çöpe atılır. Bu, kanaat ve etkililik merkezli bakıştır. İkinci tarzda ise sağlam kısımlar yıkanır ve yemek yapmak için ayrılır. (Kanaat ve etkililik faslı) Çürümeye yüz tutan ve döküntü halinde olan parçaları temizlenir; hayvanlara yedirmek için veya bitkisel gübre yapmak için kenara alınır. Ispanakların kökleri ise, çorba yapımında kullanılır. Ispanakların eğer haşlanarak yemeği yapılacaksa haşlanmasında kullanılan su, bulaşık yıkamak veya lavabo temizlemek için ayrılır ve hazır bir sıcak su kaynağı teşkil eder. (Bereket ve verimlilik faslı) Bu tarz bir kullanım, mikro boyutta iktisadın ve etkin bir istifadenin kendini göstermesidir.
Bu yönüyle bakıldığında mal ve hizmetlerin insana verdikleri toplam faydanın a’zamî dereceye yükselmesinde şuurlu bir kullanım ve ihtiyaçlar hiyerarşisine tabi olma ön plana çıkmaktadır.
İnsanın Makro ve Mikro planda mal ve hizmetler ile bu şekilde teması, dış dünyayla bir ilişkidir. Mikro iktisadın, insanın iç dünyasına bakan fizikî ve manevi 2 yönü daha bulunuyor:
a) Fizikî yön: Bu yönde kişinin bünyesinin ihtiyaç duyduğu şeylerin, en ucuz ve verimli olacak tarzda tatmin edilmesi söz konusudur. Bu noktada 8 TL’lik peynirli börek, 80 TL’lik baklavadan vücud için daha iktisadîdir. Bu yönde israf yapıldığı, etkililik ve verimlilik düsturları genel olarak çiğnendiği için Kur’an der: “Yiyin, için ama israf etmeyin.”[4] Dikkat edilirse, bir canlı için en temel ihtiyaç olan nefes almada israftan bahsedilmiyor. Çünkü soluk almada kontrol insanın elinde değildir. Yeme ve içmede kontrol insanda olduğundan israf ve savurganlık söz konusu olmakta, baklavanın dile verdiği rüşvet kişiyi israf ettirmektedir. İçsel boyutta savurganlık için örnek ise: Kan Grubu’na Göre Beslenme uzmanlarının tespit ettiği üzere mesela A grubu kana sahip bir kişinin kırmızı et yemesi bir savurganlıktır. Bu kişiler için kırmızı et hem hazmı zor, hem hasta edicidir.
b) Manevi yön: Bu yönde kişinin manevi bünyesinin ihtiyaçlarının en zahmetsiz ve en verimli şekilde temin edilmesi söz konusudur. Bu noktada kişinin ihtiyaçlarını belirleyen ana unsur olan potansiyel yeteneklerin keşfedilmesi çok önem arz eder. Zeytin gibi, dağlık ve yüksek yer isteyen bir fıtratı, ova gibi düz bir konumda istihdam etmek bir israftır. Düşünce merkezli bir karakteri, duygu merkezli yapmaya çalışmak bir zulüm ve savurganlıktır. Osmanlı Devleti’nde dinî ilimlere yetenekli kişiler, medreselerde; fen ilimlerine yetenekli kişiler, Enderun’da; ruhani ilimlerde derinleşecek kişiler tekkelerde eğitilirdi. Ebu’s-Suud Efendi, Mimar Sinan ve Sünbül Sinan Efendi’yi bu konularda misal gösterebiliriz. Bu şekilde yeteneklerine uygun bir eğitim ve öğretim sistemi dengeli devam ettiği müddetçe Osmanlı her sahada kalkındı. Bu güzel yapıyı ifade sadedinde Said Nursi şöyle der: “Seleflerimiz fıtrattaki vazife taksimatına riayet ettiği biz etmediğimiz için biz onlardan daha çok ektiğimiz halde onlardan daha az mahsul kaldırıyoruz.”[5]
İnsan fıtratı, bir bitki gibidir. İstidadı, bir tohumdur. Uygun iklim, zaman ve zeminde bu tohum ekildiğinde en yüksek verimi en kolay biçimde ve doğallık içinde verir. Bu manada iktisad, onun fıtratını tanımaya ve o fıtrata riayete tabidir. Çukurova’da çay yetiştirmeye çalışmak, ekonomik manada bir savurganlık; Muğla’da yetiştirmeye çalışmak, bir israf; Rize’de yetiştirmek ise, tam bir iktisaddır diyebiliriz. Coğrafya ve Ziraat fenni bize gösteriyor ki, kara iklimine sahip Ankara’da hiçbir ekstra sulamaya ihtiyaç duyulmadan en yüksek verim elde edilebiliyor. Bunun sebebini ise, buğdayın tam suya ihtiyaç duyduğu zamanda Ankara’ya yağan rahmet olarak gösteriyorlar. Demek fıtratın gelişim aşamalarında, tam ihtiyaç duyduğu zamanda ihtiyaç miktarında levazımını vermek hem ucuz, hem kaliteli ürün elde etmeye sebeptir. Aynı şekilde insan fıtratının eğitim ve öğretim şeklinde gelişmesi ve açılmasında onun üstüne yağacak ölçülü bir teşvik ve taltif yağmuru o fıtrattan en yüksek verimi ve en kaliteli mahsulü netice verecektir. Bu konuya en güzel misal Mimar Sinan’dır. Sahasında bir deha olan Mimar Sinan’a padişahların teveccüh, vazifelendirme ve takdiri tam zamanında yağan bir rahmettir. Selimiye ve Süleymaniye camileri gibi kaliteli eserleri ise, onun mimar fıtratının mahsulüdür.
Bu iki yönüyle bakılırsa bütün ekonomik problemlerin kaynağı, kalkınmanın en büyük engeli, toplumsal huzursuzluk ve mutsuzluğun başlangıç noktasının fıtrata uygun hareket etmeme, potansiyel yetenekleri bilmeme, insanları fıtratlarına göre değil de komünist mantıkla tek tip bir eğitim ve öğretime maruz bırakma olduğu görülecektir. Fıratlar serbest bırakıldığında ve kendini bulduğunda aynı dönemde matematikte Matrakçı Nasuh yetiştiği gibi, mimaride Sinan, edebiyatta Fuzuli ve Bâki, siyasi sahada Sokollu gibi sahasında zirve kişilerin ortaya çıkması bir tesadüf değildir.
Etkinlik ve ekonomikliğin zıddı olan israf, kaynakların yersiz şekilde ve verimsiz bir tarzda kullanılmasıdır. İhtiyaç olmayan bir şeyi geçici bir arzu ve hevesle satın alıp hiç kullanmamak bir israf olduğu gibi, sahip olduğu kıraç arazide buğday yerine mısır yetiştirmeye çalışmak da bir israftır. Hem fırsat maliyeti açısından, hem zaman açısından…
İsraf, ekonomik faaliyetlerdeki yetersiz ve kötü halin ilk safhasıdır. Daha ileri safhası ise, İslam ahlak felsefesinde “tebzîr” denilen savurganlıktır. Savurganlıkta hiçbir mantık ve tutarlılık bulunmadığından ekonomi açısından tam bir yıkım olduğu gibi, ekonomik kaynakları tüketici ve yok edici tam bir şeytanlıktır. Bu manayı bildirmek için Kur’an “İnne’l-mübezzirîne kânû ihvâne’ş-şeyâtîn”[6] (Gözle görünen bir hakikat ki, tebzir yapanlar, şeytanlara kardeş oldular) der. Günümüz dünyasında kapitalizmin yaptığı reklamlarla, toplumdaki görenek ibtilasıyla israf normal bir hale gelmeye başladığı gibi savurganlık da günden güne yayılıyor. Aylık geliri 2.000 TL olan birçok kişinin 5.000 TL’lik akıllı telefon alması, kısa bir süre sonra model yenilemesinde savurganlığı görebiliyoruz.
İbn-i Haldun devletlerin gerilemesi, yıkılması ve israf hakkındaki bağı şöyle okur:
“İsraf (Gereksiz Harcama) Dönemi: Bu dönemde; israf, saçıp-dağıtma temel davranış biçimi olur. Hükümdarlar ve çevreleri bu dönemde, kendilerinden önce hükümette bulunanların topladıklarını şehvet, arzu ve zevkleri uğrunda harcarlar. Askere ayrılan masrafları kendi arzuları için sarf ederler. Hükümdar ordu örgütü ile ilgilenmez. Ordu teftiş edilmez. Böylece askeri güçler de bozulmuş olur.”[7]
İsraf ve savurganlık toplumun üst tabakasından alt tabakalarına yayıldıkça o toplum ekonomik olarak bir tükenişe ve çöküşe doğru ilerlediği gibi, sınırsız zevk ve safa algısı ile de biyolojik, sosyolojik ve ahlakî açıdan da helak olur. Kuzey Afrika’dan İngiltere’ye kadar bütün Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya hâkim olan politeist Roma İmparatorluğunun çöküş sebeplerini inceleyen tarihçiler ana sebebin israf ve savurganlık olduğunu ifade ediyorlar. İsraf ve çöküş bağı sosyal bir kanun olduğu için, tek tanrılı semavi din sahipleri de israf seline kendilerini kaptırdıklarında akıbetleri aynı olmuştur. İslam’a hizmet amaçlı olarak iktisad esasıyla kurulan Osmanlı Devleti’nin de çöküş sebebi Lale Devri ile sembolleşen, sonrasında gittikçe artan israf ve savurganlıktır.
Hz. Ali (RA), israfla iş gören idarecileri, Taif kuşatmasında sağ gözü görmez hale gelen Ebu Süfyan gibi görüp Süfyanî şeklinde isimlendirir.[8] Bu manada Ahirzaman’da geleceğini Hz Peygamber’den (ASM) dinlediği deccaliyetin İslam âlemindeki temsilcisini manevi müşahedesinde Ebu Süfyan şeklinde görüp Süfyan ve Süfyanî olarak haber verir. Birçok âlim bu konuda Hz. Ali’yi takip eder.[9] Said Nursi: “İslam deccalinin eli delik olacak” hadisini Onun müsrif olacağı, elinde mal ve paranın durmayacağı şeklinde te’vil eder. İsrafa kapılan herkesin Süfyan’ın ağına düşeceği ikazında bulunur.[10] Bu manada İslam iktidarları, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (R.Anhuma) gibi iktisad düsturlarına tam riayet ettiklerinde yükselmiş; Emevi iktidarları gibi baskı, rüşvet ve israfla iş görmeye başladıklarında yıkılmıştır. Makro ekonomik boyutta israf ve sonuçları bu şekilde tarih sahnesinde akagelmiştir ve akmaya devam ediyor.
Mikro planda bakıldığında manzara şöyle görünüyor: İsraf ve savurganlık, kâinattaki enerji kaynaklarını tüketiyor ve geri dönülmez şekilde yok ediyor. Hakikatte bu kaynaklar yoğun bir faaliyete ve emeğe dayandığı, bunların bir kısmının üretimi —kömür ve petrol gibi— 150-200 milyon yıllık bir tahakkuk süreci gerektirdiği için bir hürmeti, kadirşinaslığı, şükür ve memnuniyeti varlıklarıyla hak ediyorlar. İnsanın bir şeye verdiği değer, ona duyduğu ihtiyaca göre aşk derecesine kadar yükselir. Bu manada insan zaruri ihtiyaçları olan temiz hava, berrak su, sağlıklı gıda ile ve insanın konforu için her türlü imkânlarla donatılmış olan dünya sarayının bu güzelliklerini israf ve savurganlıkla yok etmek, GDO’lu ürünler yaparak sistemini bozmak, bütün bu cansız ve canlı mahlûkata karşı ontolojik, biyolojik ve ekonomik bir zulümdür. Bu vaziyeti zulüm olarak isimlendiren Kur’an, eski kavimlerin helak sebeplerinden önde gelen birini “İsraf” olarak şöyle gösteriyor ve tehdid ediyor: “Firavun, askerleriyle beraber boğularak öldü… Hakikaten o müsriflerdendi.”[11] Kur’an fiziksel enerjilerini tükettikleri, üreme hücrelerini çoğalmayacakları yere saçtıkları için Lut kavmini de “müsrif” olarak gösterip helak sebeplerini biyolojik manada bir israf ve insanlıkta görülmemiş ahlakî bir sapma olarak sunar.[12] Kur’anda, meselenin ekonomik manada ciddiyetini vurgulamak, sosyal ve kişisel manada bir kıyametin kopacağını bildirmek, bu hakikat kanununun değişmezliğini ve bütün asırları içine aldığını göstermek için tekrar tekrar bu kıssalar işlenir. Hz. Peygamber (ASM) “Ez-zulmü lâ yedûmü ve’l-küfrü yedûm”[13] (Zulüm devam etmez, imansızlık devam eder) diyerek, zulmün kâinatta yeri olmadığını vurgular. İnançsızlık düşünce boyutunda kaldığı sürece kâinatta devam edebileceğini fakat kâinatın vahdet halindeki sistemiyle zıtlaşan ve sürtüşen her bir zulmün bir süre sonra İlâhî adalet kılıcıyla sona erdirileceğini Hz. Peygamber (ASM) bildiriyor.
Kur’an ve tefsiri olan hadisler her bir insan fıtratını, altın ve gümüşlerden meydana gelen bir madene benzetir.[14] Fıtrat kanunlarına zıt her bir muamelenin, bir günah ve hüsran olduğunu gösterip dengeden şaşanlara seslenerek onları dengeye ve ruhani iktisada davet eder: “Ey Muhammed onlara (Allah şöyle buyurduğunu) söyle ki: Ey kendilerini israf eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. O, bütün günahları ve israfları bağışlar ve izlerini siler. O, hakikaten bağışlayıcı ve hakikaten şefkat edicidir.”[15] Bu âyetin verdiği ümit ile Cahiliye Dönemi’nin kirli ikliminde yaşadıkları çeşit çeşit israfları terk edip bir iktisad ve şuur medeniyeti kuran sahabelerin mucizâne ahlakı, kişisel ve sosyal inkişafı Şafii ulemasından Karafî’ye “Peygamber Efendimiz'in sahabeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sahabe, Allah Resûlü'nün nübüvvetine delil olarak yeterdi”[16] dedirtmiştir.
Elhasıl dinin bereket ve kanaat olarak isimlendirdiği, bilimin verimlilik ve etkililik olarak tespit ettiği hakikatler, iktisad ve etkinlik manasının mükemmelliğini, fıtrata uygunluğunu ve insan hayatı için elzemiyetini bütün zaman ve mekânı içine alacak şekilde gösteriyor. İsraf ve savurganlığın acı akıbetlerini ve ebedî hüsranlarını birer ders ve ibret tablosu olarak gözler önünde seriyor. Lut gölü ve Pompei taş heykelleri; Roma ve Hicir harabeleri gibi…
[1] S. Yükçü ve G. Atağan, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 23, Sayı: 4, 2009
[2] http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5018.pdf ( 4. Bölüm, Harcamaların Yapılması. )
[3] Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57.
[4] A’raf suresi, 31.
[5] Kızıl İcaz.
[6] İsra sûresi, 27.
[7] Mukaddime: C. I, s. 64-65.
[8] Ebu Süfyan’ın ve Emevi sülalesinin en büyük problemleri, israftı.
[9] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdi (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbni Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.
[10] Şualar, 5. Şua, 2. Makam, 1. Mes’ele.
[11] Duhan suresi, 24 ve 31.
[12] Zâriyât suresi, 34.
[13] El-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr: 2:107.
[14] Buhârî, Enbiyâ 2 (Sadece ruhlar ile ilgili kısım Hz. Âişe’den rivayet edilmiştir.); Müslim, Birr 159, 160. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 16
[15] Zümer suresi, 53.
[16] Karafî, el-Furuk Envaru'l-Buruk fi Envai'l-Furuk 4/305.