Hayatı tek tip ve tek mertebeden oluşan bir olgu olarak tahayyül etmek imkansızdır. Elbette hayatın pek çok mertebeleri vardır.
Biyolojik manada bitkilerin hayatından sürüngenlerin hayatına, su canlılarının hayatından insanların hayatına kadar milyonlarca hayat mertebesi vardır bu alemde.
Manevi boyutlarda da hayatın mertebeleri çok farklılık arzeder. Melek ve ifrit çeşitlerinin binlerce farklı hayat mertebeleri elbette birbirlerinden çok farklıdır.
Hatta Kur’an-ı Kerim kıyamet kopup tüm canlıların hayatlarına son verildiği sırada, yaşamaya devam edecek yüksek hayat mertebelerinin varlığından bahseder.
“Ve sûra (birinci olarak) üfürülmüştür de Allah’ın dilediğinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa ölmüştür. Sonra ona bir daha üfürülmüştür; bir de bakarsın ki onlar ayaktadırlar (etrâfa) bakınıp duruyorlar.” (Zümer 68)
Ayette “illâ men şâAllâhu-Allah’ın dilediğinden başka” kaydıyla surun üfürülmesiyle bile “ölmeyecek” mahluklardan bahsedilir. Bazı müfessirler bu varlıkların 4 büyük melek olduğunu söylemişlerdir.
Sur üfürülüp kıyamet koptuğu zaman bile “Hayy” ismi tecelli etmeye devam edecektir. Daha önceki yazımızda örnek verdiğimiz ayetler de, bazı “emvat-ölüler” sanılanların aslında “ahya- diriler” olduğunu bizlere öğretir.
Kainatın külli ölümü anlamına gelen kıyametin kopuşunda bile Allah’ın dilemesiyle canlı kalacak varlıklar varsa, elbette küçük kıyamet olarak kabul edilen ölüm Allah dilerse, kimi abid kulların hayatının devamına mani olamaz.
Cenab-ı Hak hayatın ve ölümün pek çok mertebeleri olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıkça ortaya koyar:
“O takdirde sana hayâtın kat katını, ölümün de kat katını tattırırdık; sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra 75)
Bu ayette Rabbimiz hayatın ve ölümün kat kat mertebeleri olduğunu söylemektedir. Azap anlamında bu mertebelerin kat kat olması, rahmeti gazabını geçen Allah’ın mükafat olarak vereceği hayat mertebelerinin büyüklüğünü de ortaya koyar.
Ölüm gelince kimi ruhlar kabir hayatında karanlıklara hapsolurken, kimileri cennet bahçelerinde yaşamaya, bazı iyi ruhlar da şehidler örneğinde olduğu gibi, dünya ile irtibatlı bir hayat mertebesinde yaşamaya devam edeceklerdir.
“Hem sana ruhdan soruyorlar. De ki: 'Ruh Rabbimin emrindendir; size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.”(İsra 85)
Rabbimiz yukarıdaki ayette “ruhun” kendi emri olduğunu açıkça buyurur. Yine Rabbimiz Yasin suresi 82. ayette şöyle buyurur:
“Bir şeyi dilediği zaman onun emri o şeye ancak "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.”
Allah’ın bir emri olan “ruh” da, eğer Rabbimiz dilerse çok farklı hayat mertebelerinde yaşamaya devam edebilir. Bunun için Rabbimizin “Kün” demesi yeterlidir.
“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer 42)
Kur’an-ı Kerim’de melekler gibi bazı ruhların da şuurlu bir şekilde hareket edebildikleri, yeryüzüne inip tasarrufta bulunabildikleri anlatılır:
“Melekler ve ruh o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.“ (Kadir 4)
Kadir suresinde geçen bu ayette Rabbimiz Melekleri ayrı bir başlıkta, ruhu da ayrı bir başlıkta zikretmektedir. Kimi müfessirler buradaki ruhun Cebrail (AS) olduğunu söylemişlerdir ama bu mutlak bir yorum değildir.
Bize göre buradaki “ruh” kavramı tasarrufları devam eden kimi velilerin, şehitlerin ruhlarını da kapsamaktadır. Bu ayet “her türlü emr, iş için iner” kaydıyla kimi ruhların Allah’ın izniyle bazı işlerde tasarrufta bulunabileceklerini de ortaya koyar.
Rabbimiz Mücadele suresi 22. ayette kendi yolunda mücadele eden Mü’min kullarını kendi katından bir ruhla destekleyeceğini buyurmaktadır:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir.”
Bu gibi ayetler göstermektedir ki, Rabbimizin melekler gibi dünya hayatında tasarrufta bulunabilen ruhlardan da orduları vardır:
“Rabbinin ordularını ise, kendisinden başkası bilemez.”(Müddesir, 31)
Ve hiç şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. (Saffat Suresi, 173)
“Ey îmân edenler! Allah’ın size olan ni'metini hatırlayın; o vakit (Hendek Harbinde)size ordular gelmişti de, onların üzerine bir rüzgâr ve kendilerini görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ise, ne yaparsanız hakkıyla görendir.” (Ahzab 9)
Bu kudsi ayetler, Bakara 154, Al-i İmran 169, Hac Suresi, 58-59. ayetlerle “yaşamaya” devam edecekleri Allah tarafından vaad edilen kimi “ruh”ların tasarruflarına da işaret etmektedirler.
Demek ki gözle görülmeyen böyle ruhanilerin yardım ve desteklerine inanmamızı isteyen bizzat Rabbimizdir. Elbette onları bu yardımlarla ve desteklerle görevlendiren de Rabbimizdir.
Tasarrufu devam ettiği geçmişten bugüne milyonların tecrübesiyle sabit olan velilerin insanlara yine Allah’ın izniyle yardım edebileceğine inanmak ve Allah’dan bu ruhların yardımını istemek ayetlerde açıkça görülüyor ki kesinlikle şirk değildir.
Elbette Allah isteseydi hiçbir sebep yaratmadan kullarına yardım edebilirdi. Bu yardım için ne polise, ne meleğe, ne de doktora ihtiyaç kalırdı. Ancak onun bu kainattaki kanunu budur. Allah sebepleri kudretine perde yapmış ve perdeler vasıtasıyla kullarına yardım etmektedir.
Perdelerin arkasında tecelli eden kudreti bildikten ve kabul ettikten sonra, elbette sebeplerden yardım alabiliriz. Bu sebep bazen bir kalem olur, kimi zaman bir bilgisayar, bazen bir ilaç, bazen de tasarrufu devam eden bir veli zat olabilir.
Allah’tan kat-ı nazar edildiğinde bütün o yardım istemeler şirk olur. Ancak gelecek yardımların ancak Allah’ın izni ve istemesiyle geleceğine inanılırsa o zaman yardım Allah’tan beklenilmiş olur. Önemli ölçümüz bu olmalıdır.
Demek ki, tasarrufu devam ettiğine dair haklarında hüsn-ü niyet bulunan velilerden yardım istemek de kesinlikle “şirk” değildir. O veliler bu yardımı yapacaklarsa Allah’ın gözetiminde ve izniyle yapacaklardır.
En’am suresi 100. ayette ve Hz. Süleymanla ilgili kıssalarda açıkça ortaya konulduğu gibi “şirk” varlığı bilinen bir şuurlu varlıktan yardım istemek değil, o varlığı Allah’ın yanında müstakil bir “kudret” alanı olarak tevehhüm etmektir.
Esas olan, yardımı edecek olanın gerçekte Allah olduğunu bilmektir. İster bir polisten, ister bir doktordan, istersek de bir ilaçtan yardım bekleyelim, durum yine böyledir.
“Dereceleri hakkıyla yükseltendir, Arşın sâhibidir. Karşılaşma günü ile korkutmak için, kendi emrinden olan rûhu, kullarından dilediği kimseye ilka eder.” (Mümin 15)
Ruhlar, melekler Allah’ındır. Onları dilediğine gönderir. Allah izin verirse tasarrufu devam eden bir ruhla da kullarına yardım eder. Buna inanmak nasıl şirk olabilir ki?
O polis, o doktor ya da o ilaç, eğer Allah isterse bize yardım eder. Onları Allah’tan bağımsız müstakil yardım ediciler görmek, işte bu inanış bir şirktir.
Bu yüzden bir Müslüman “beni doktor ya da ilaç iyileştirdi” diyemez. Bunu derse şirke düşer. İyileştiren, şifayı veren yalnızca ve yalnızca Allah’tır. Bunu bildikten sonra bir doktordan ve bir ilaçtan yardım almanın şirk olduğunu söyleyen kişinin yanıldığı çok açıktır.
Müşriklerin inancı böyledir. O putlar Allah’ın izniyle değil, kendi istekleriyle ve kendi müstakil kudretleriyle yardım edeceklerdir. Yani o müşrikler inandıkları putlar için mehvum bir ilahlık alanı belirlemişlerdir.
Bu ilahlık alanı Allah’ın tasarrufundan, kudretinden ve yaratmasından bağımsız bir müstakil alandır. İşte şirk olan inanış bu inanıştır.
Hz. İsa’nın tanrılaştırılması da gerçekte böyle olmuştur. Tahrif edilmiş kimi İncil ayetlerinde Hz. İsa müstakil bir kudret sahibi olarak gösterilir. Ölüleri mâna-yı ismiyle kendisi diriltir, hastaları kendisi iyileştirir, büyüleri kendisi bozar.
Kur’an-ı Kerim ise bu mucizevi fiillerin Hz. İsa’da tecelli eden ilâhi fiiller olduğunu “Allah’ın izniyle” (Bi iznillah) kaydıyla ortaya koyar:
“Ve İsrâiloğullarına bir peygamber olarak (şöyle diyecek): 'Hiç şübhesiz ben, size Rabbinizden bir delil (bir mu'cize) ile geldim. Doğrusu ben, size çamurdan kuş şekli gibi birşey yapıp içine üflerim, Allah’ın izniyle (o) hemen bir kuş olur! Hem Allah’ın izniyle(anadan doğma) körü ve (teni) alacalıyı iyi ederim, ölüleri de diriltirim! Ve evlerinizde ne yiyorsanız ve ne biriktiriyorsanız size bildiririm! Eğer mü’min kimseler iseniz, şübhesiz bunda sizin için elbette bir delil vardır.” (Al-i İmran 49)
İşte şirk düşüncesinde olmayan bu “bi iznillah” kaydıdır. Müşrik kendisine yardım ettiğine inandığı mevhum ilahın bu yardımı “bi zatihi” yaptığına inanır.
Bediüzzaman şirk konusunda o kadar hassastır ki, meleklerin bile Allah’ın şeriki olmadıklarını, onların gerçekte Allah’ın icraatına birer nazır ve perde olduklarını, fiilleri yaratanın sadece Allah olduğunu eserlerinde anlatır.
“Lâ şerike leh. Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.
Bazen olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et” derler.
Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muînlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahâle edemez. Doğrudan doğruya herkes O′na müracaat edebilir. Şeriki ve muîni olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, O′nun huzuruna giremezsin” denilmez.” (Mektubat 20. Mektup)
Bediüzzaman bu ifadeleriyle şirkin derecelerine işaret eder ve bütün bu şirk çeşitlerinin yanlışlığını ortaya koyar.
Evliyaların tasarrufunu Allah’ın “ilahlığına”, “Rabbliğine”, “icraatına”, “yaratmasına” yardımcı, ek destek, ortak olarak kabul edersek, işte o zaman şirke düşmüş oluruz.
Kur’an ayetleri açıkça ortaya koymaktadır ki, kullar nezdinde “ölü” oldukları sanılan ama aslında “diri” olan kimi “ruhları” Allah’ın kendi kullarına destekçi, yardımcı olarak göndermesine inanmak şirk değil, Kur’an’ın hakikatlerine inanmaktır.
Çünkü bu yardımları kullarına vaad eden bizzat Rabbimizdir. Bu ilahi vaadlere istinaden Allah’tan bu “orduların” yardımlarını, o “ruh”ların desteğini istemek, Kur’an ayetlerine imanın zorunlu bir sonucudur. (OD)