Yaratılış kavramı kâinatın varlığı kadar açık ve kesin bir hakikati ifade ettiğinden, “teori” olarak adlandırılamayacak kadar mutlak bir gerçekliğe karşılık gelir.
Bu sebeple, tesadüfçü evrim teorisinin karşısına “Yaratılış Teorisi” gibi bir teoriyi getirmemizin, yani tesadüfçü evrim inancıyla yaratılış inancını yarıştırmamızın imkanı yoktur.
Zira böyle bir durumda evrimi savunanların eline, Evrimci Yaratılışçılık kozunu daha başlangıçtan vermiş oluruz.
“Evrime inanmak için Yaratıcıyı inkar etmeye gerek yok. Yaratıcı bütün kâinatı evrimsel süreç sebeplerini kullanarak yine kendisi yaratmıştır” iddiası ile Yaratıcının varlığını savunmanız sinsice anlamsızlaştırılmaktadır.
Evrim teorisiyle yaratılış gerçeğinin çelişmediğini düşünen insanlar, kökeni tabiatçılığa ve maddeciliğe dayanan evrim felsefesi ile de doğal bir uzlaşma içine gireceklerdir zamanla.
İşte asıl tehlike tam da bu noktadan sonra, yüzeydeki masum peçe sıyrıldıktan, evrim felsefesinin bütün inkarcı kaynaklarının damar damar yüreklerimize sirayet etmesinden sonra yaşanacaktır.
Evrim ve yaratılış kavramlarını aynı düzlemde buluşturmaya çalışanlar, yüreklerindeki imanı titizlikle korumaya çalışsalar da, mesela Hz. Âdem’in yaratılışını açıkça ortaya koyan ayetleri gerçek anlamlarından koparmak yani “tahrif” etmek zorunda kalacaklardır günün birinde.
Artık onlar için Adem’in dedesi şempanzegillerden bir hominiddir ve insan soyu balıklara kadar uzanan hayvanat silsilesinin sonuncu halkasıdır.
O halde yaratıcılık kavramının sonsuz mukaddesliğini, evrimin anlamsızlık boyutuna indirgemekten kaçınmak gerekiyor.
Yine evrim felsefesiyle Yaratılış hakikatini aynı düzlemde karşılaştırıp, evrim inancını haddinden yüksek bir konuma yükseltme yanlışına düşmekten de kurtulmamız gerekiyor.
Bu durumda Kur’ân kaynaklı yaratılış inancımızla uyumlu başka bir bilimsel teori geliştirmek ve bu bilimsel teoriyi evrim teorisiyle karşı karşıya getirmek en uygunudur.
Üstelik böyle bir karşı duruş, karşıtlarımızın silahıyla silahlanmaktır. Yani bilimsel metotlar kullanılarak bilimselliği iddia edilen bir teorinin yanlışlığını, yine bilimsel metotlarla ortaya koymak asıl yapılması gerekendir.
Bana asıl şaşırtıcı gelen, çağcıllarımızın hayatın, şuurun ve türlerin oluşumunu tasvir etmede “evrim” dışında herhangi bir “bilimsel gerçeği” düşünmeyi dahi kendilerine haram kılmalarıdır.
İlk hücrenin oluşumunu izah sadedinde, “şuurlu uzaylılar” gibi saçma tezlere yer vererek evrimle çelişen Dawkins kadar cesur olamıyoruz kendi tezlerimizi oluşturmada!
İşte böyle bir kaht-ı efkar arenasında, Batı’dan gelen her malumatı misk-i anber sanan böylesine kesif bir taklitçiliğin muteber olduğu bir ortamda, farklı bir tezi dillendirenlerin “deli” sıfatıyla tavsif edilme olasılığı da açıkça ortadadır.
Bendeniz böyle bir tehlikeyi göze alıyor ve bu meselede kendi bilimsel görüşümü ortaya koymak istiyorum. Görüş diyorum çünkü bir biyolog değilim ve bu yazıyla bilimsel bir ispatta bulunmaktan ziyade, “yaşam” konusunda yeni bir başlangıç hikâyesi kurguluyorum.
Bu kurgu, bilimsel ispat yöntemleriyle tezimizin doğruluğunu ya da yanlışlığını sınayacak bilim adamlarına yönelik bir kurgudur. Bu saatten sonra hikayemiz onların da hikayesidir ve araladığımız perdeyi sonuna kadar açmak ya da kapamak onların elindedir.
NEDEN BİLİMSEL BİR TEORİYE İHTİYACIMIZ VAR?
Bir bebeği, bir çiçeği ya da bir böceği Allah’ın yaratmış olması, bu yaratılışın sebeplerden bağımsız bir yaratma olduğu anlamına gelmez. Bu yaratılış belli sebepler tahtında gerçekleşir ve işte bizim bilimsel teori dediğimiz alan o sebepler alemiyle ilişkilidir.
Mesela yer çekimi bir sebeptir ve Allah pek çok yaratmasını bu sebep perdesi üzerinden gerçekleştirmektedir. Mesela bütün elementleri Allah yaratmıştır. O elementlerin milyonlarca yıl içinde uzak yıldızların derinliklerinde farklı sebepler tahtında yaratılmış olduğunu söylemek, onların Allah tarafından yaratılmadığını iddia etmekle eş anlamlı değildir.
Bizim bilimsel görüşümüz de “sebepler aleminde” gözlemlenebilecek, inancımızla çelişmeyecek ve açıkça ispat edilebilecek bir bilimsel görüş olmalıdır.
Bitkileri Allah yaşatır ama “fotosentezi” onların yaşamı için sebep kılar, gemileri Allah yüzdürür ama “suyun kaldırma kuvvetini” onların yüzmesi için sebep kılar.
Aynen bunun gibi yeryüzündeki, insan dahil bütün türleri Allah yaratmıştır ancak bu yaratmayı sebepler dairesinde gerçekleştirmiştir. Sebeplerse bizim sınırlı boyutumuz içindir.
Manzar-ı âlâ için sebeplerin sınırı yoktur. Allah yarattıklarını “kün” emriyle zamansız, sebepsiz ve mekansız bir şekilde yaratır. O yaratılış bizim boyutumuzda sebeplerin ağırlığına sarmalanarak tezahür eder.
EVRİM TEORİSİ YANLIŞSA, DOĞRUSU NEDİR?
Büyük Patlamayla birlikte bir tek kâinatın değil de, pek çok farklı kâinatın oluştuğunu ortaya koyan “Çoklu Kâinat” modeli bizim için hayatın yaratılışını izah etmede önemli bir çıkış noktası olacaktır.
Bugüne kadar bilim adamları, yaşamın tek bir hücre atadan oluştuğunu var sayıyorlardı. Ancak bu oluşumun tamamen tesadüflere dayandığını iddia etmekten de geri kalmıyorlardı.
Biz ise bugün yepyeni bir başlangıç hikayesi betimleyeceğiz. Buna göre dünyadaki hayatın başlangıç noktası “first cell” değil “first different cells”tir. Yani “ilk hücre”den bahsetmek yerine “ilk farklı hücreler”den bahsetmek daha gerçekçi olacaktır.
Elementlerin, fotonların, atomların, proto-organizmaların, amino asitlerin, moleküllerin, fosfolipitlerin, nükleteoidlerin ve proteinlerin çoklukla bulunduğu bir dünya ortamında sadece bir tek “prokaryot ya da monera” hücre çeşidinin yaratıldığını iddia etmek oldukça yanıltıcı olacaktır.
Evet, bizim tezimize göre basitçe söylemek gerekirse, başlangıçta, yani hayatın oluştuğu ilk anlarda bir tek veya bir cins hücre değil, aksine sayıca ve nitelikçe birbirlerinden farklı binlerce hücre çeşidi yaratılmıştır.
Bu ilk andaki hücre çeşitliliği muhtemelen bölünme yoluyla, kısa süre içinde gerçekleşmiştir. İlk hayatın oluştuğu su kütlesinde, her bölünme esnasında bölündüğü bir önceki hücreyle çok benzer ancak ondan oldukça farklı kodlanmış yeni ata hücreler yaratılmıştır.
1800’lü yıllarda Schleiden ve Schwann, hücrelerin, hücresel olmayan cansız maddelerden oluştuğunu iddia ettiler ve bunu ispatlamaya çalıştılar. Ancak bu çalışmaları hüsranla sonuçlandı. Buradan hareketle temel bir hücre kanunu ortaya konmuş oldu. Hücreler ancak bir başka hayat sahibi hücreden oluşabilirler, cansız maddelerden oluşamazlar.
Fakat evrim teorisi, ilk oluşan hücreyi bunun dışında tutar. Trilyonlarca hücre için geçerli kanun, bu ilk hücre için geçersizdir. O kendiliğinden ve tesadüfen, cansız maddelerden evrilerek oluşmuştur bu görüşe göre.
Aslında bir tek hücrenin tesadüfen oluştuğunu iddia etmekle bir milyon hücrenin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek arasında imkansızlık açısından hiçbir fark yok. Yine bir milyon hücre tesadüfen oluşamazsa, bir tek hücre de tesadüfen oluşamaz.
O halde başlangıçta bir tek hücre RNA vb. özellikleriyle yaratılabiliyorsa, her yerde şartlar aynı olmadığı için, o şartlarda var olabilecek farklı özelliklerde farklı pek çok hücre tipi de yaratılabilmelidir.
Kısaca söylemek gerekirse, bize tek gerçekmiş gibi sunulan başlangıç hikayesinin eksik bölümünü ancak böyle bir gerçekle tamamlayabiliriz.
Yani bu yeni teze göre, bugün yeryüzünde yaşayan bütün canlı türlerin ataları daha ilk başlangıç anında, hücreler aleminde ayırt edici DNA/RNA şifreleriyle ayrı ayrı yaratılmışlardır.
“İnkâr edenler görmediler mi ki, şübhesiz gökler ve yer birbirine bitişik idiler de onları ayırdık ve her canlı şeyi, sudan yaptık. Hâlâ îmân etmiyorlar mı?” (Enbiya 30)
Dünyanın o günkü şartları hangi canlı türünün döllenip olgunlaşmasını gerektirdiyse, o canlı türü mikro düzeydeki potansiyel alemindeyken, yerleştirildiği o doğal rahimde, döllenmiş bir yumurtanın embriyoya dönüşümü gibi kendi yaratılış gayesini gerçekleştirmiştir.
Kambriyen döneminde, evrimsel hiçbir gereklilik yokken canlı türlerinin çeşitliliğinde büyük bir patlama yaşanmıştır çünkü, o dönemin iklimsel, coğrafi vb. şartları, hücreler düzeyinde sperm/yumurta halindeki canlı türleri döllemiş ve bu canlı türler döllendikleri doğal rahimlerde serpilerek gelişmişlerdir.
Mesela maymun türü önceki bir “daha ilkel” türden değil, zaten var olan bir hücre atadan yaratılmıştır. Ağustos böceği yavrularının onlarca sene toprak altında kalıp uygun şartlar oluşunca dışarı çıkması gibi, maymun türünün gen atası da uygun şartlar oluşunca bulunduğu doğal rahimde döllenir ve maymun türünün ilk atası böylece yaratılır.
Canlı türlerinde çeşitlilik de muhteşemdir çünkü o türlerin ata hücrelerindeki genlerde bu çeşitlilikler bütün kombinasyonlarıyla birlikte kodlanmıştır.
Mesela, son yüzyılda köpek türünde yaşanan inanılmaz çeşitlenme ne doğal seçilimle, ne de evrimsel süreçlerle izah edilemez. Bu çeşitlenmenin sebebi o köpeklerin gen imkanlarının ve sınırlarının farkına varan “şuurlu insanın” bilinçli müdahaleleridir.
Bunun gibi daha başlangıçta, bütün canlı türlerinin ata hücrelerini yaratan Yaratıcı etken, o türlerin çeşitlenmelerinin kodlarını ve imkanlarını da o ata hücrelerin genlerine kazımış olmalıdır.
BENZERLİKLERİN İZAHI
Tezimize göre, yeryüzündeki canlı türler arasında var olan benzerliklerin izahı da oldukça kolay olmaktadır. Mesela böcekler dahil çoğu hayvan türlerinde kafa, göz, ayak vb. yapılar birbirlerinden çok farklı olmakla birlikte aynı zamanda birbirine çok benzerdir.
Mesela bir arının kafası, gözü, ağzı neredeyse insanın benzer organları da oradadır. Onca farklılığa rağmen bu benzerlik şaşırtıcıdır.
Tezimize göre, “benzer ve ortak kanunlar” öngörülerek yaratılan canlıların bu benzerlikleri normaldir. Yine ata hücreler düzeyindeki hammadde ortaklığı da bu benzerliklerin diğer bir sebebi olmalıdır.
Bütün kar taneleri birbirlerine benzedikleri halde, aynı zamanda hiçbir kar tanesi diğer bir kar tanesine benzemez. Bölünen ilk canlı yapıdan oluşan diğer canlı yapılar da o yapıya çok benzerdir ama bir o kadar da o yapıdan farklıdır. Yani o varlıklar fotokopi makinasından çıkar gibi birbirlerinin aynısı olmazlar.
Mikro açılardan bakınca oldukça önemsiz gözüken bu kodlama farklılıkları, türlerin çeşitliliği kadar benzerliklerini de açıklayan önemli bir kanıttır.
Görüldüğü gibi, bizim tezimize göre canlılar arasındaki farklılıklar ya da benzerlikler milyonlarca yıl süren “tesadüfi evrimsel süreçlerle” değil, ilk hücrenin yaratılmasından çok kısa bir süre sonra yani birkaç saniye içinde bilinçli olarak yaratılmıştır.
Bu bilimsel izah, dini inançlarla da çelişmemektedir. Aksine, her canlının “sudan” yaratılmış olması gerçeği böylece bir kere daha tasdik edilecektir.
Balık da, kertenkele de, sincap da, maymun da, insan da biyolojik yapıları itibariyle ilk aşamada “sudan” yani ortak bir hücreden yaratılmışlardır. O halde, bu farklı türler arasındaki benzerlikler de farklılıklar da yaşamın yaratıldığı birkaç saniye içinde oluşmuştur.
Bu benzerlik ve farklılıklar zaten bir bilinç tarafından planlanmış ve hayatı yaratıldığı ilk saniyelerde genlere kodlanmıştır.
Doğal rahimlerinde döllenen bu hücre atalar zamanı geldiğinde ve şartlar olgunlaştığında, anne rahmindeki bebeğin doğum aşamasına ulaşması gibi, mikro alemdeki potansiyel konumlarından makro alemdeki fiili konumlarına doğmuşlardır.
Mesela, insanın hücre atası, dünyanın şartları uygunlaştığında, çamurlu ve balçıklı bir su birikintisindeki doğal rahminde döllenmiş ve böylece Hz. Adem olarak dünyaya gelmiştir.
Daha güçlü bilimsel kanıtlara ihtiyaç duysa da bu izah, Hz. Adem’in yaratılışını maymunla ve milyonlarca yıllık tesadüfi evrimsel süreçlerle açıklamaya çalışan evrim teorisinden daha çok Kur’ân’a uygun gibi gözükmektedir.
Hz. Âdem’in yaratılması sadedinde Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde geçen Turab (toprak), Tîn (çamur), Tîn-i Lazîb (yapışkan çamur), Hamein Mesnun (kuru çamur), Salsalin min Hamein Mesnun ke'l-Fehhar (ateşte pişmiş gibi kuru çamur) şeklindeki ifadeler muhtemelen Hz. Âdem’in yaratıldığı “doğal rahmin” geçirdiği süreçlere işaret etmektedir.
“Andolsun ki, (biz) insanı, çamurdan bir sülâleden yarattık.” (Müminun 12)
Âyet-i kerimesi ise bizim tezimize uygun bir şelilde hem “tıyn” ifadesiyle insanın doğal rahmine, hem de “sülaletin” ifadesiyle mikro düzeyde döllenen hücre atalara işaret edecek şekilde anlamlandırılabilir. Elbette her şeyin en doğrusunu Rabbimiz bilir.
Hayatın başlangıcı konusunda, Kur’ân’dan ilham alarak kurguladığımız bizim hikâyemiz de bu. İşin kalanı bilim adamlarımıza düşüyor. (OD)