İbrahim Mert'in haberi:
RİSALEHABER-Uğur Dündar, Atatürk'e sordu: "Said-i Nursi sana neden süfyan dedi?" Atatürk de cevap verdi.
Sözcü gazetesindeki köşesinde Atatürk'ü anlatan Dündar, yazısının bir bölümünde Said Nursi'ye değindi. Atatürk'e sorup yine onun ağzından cevap yazan Dündar'ın verdiği bilgiler de her zamanki gibi yanlış. Kemalist tarihçi Sinan Meydan'ı rehber edinen Dündar'ın Atatürk'ten aldığı cevaplar defalarca yalanlandı. Ancak Dündar, yine aynı aymaz tavra devam etti.
Önce Dündar'ın sorusu ve cevabını ardından da Said Nursi ile ilgili doğru bilgileri tekrar hatırlatalım:
UĞUR DÜNDAR ATATÜRK'E SORDU!
Soru: Said-i Nursi sana neden süfyan dedi?
Cevap: Said-i Nursi'yi Kurtuluş Savaşı başında diğer bazı din adamlarıyla birlikte düşmana karşı direnişte bana yardım etmesi için Ankara'ya çağırdım. Ama birçok vatansever din adamı bu çağrımla bana yardıma geldiği halde (Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi bile geldi) Said-i Nursi gelmedi. İşgal İstanbul'unda Çamlıca'da oturup maaşlı bir işte çalıştı. Bu arada bazı zararlı cemiyetlere katıldığını duyduk. Ancak savaş bitince 1922'de geldi. Gelir gelmez de din istismarına başladı. Ayrıca Said-i Nursi “Kuran'daki sureler benden bahsediyor!”, “Karıncalarla konuştum!” diyecek kadar kendinden geçmiş biri… Said-i Nursi'nin benim için ne dediğinin hiç önemi yok! Ben akla, bilime değer veren Rıfat Börekçi hoca gibi Kuvvacı gerçek din adamlarının görüşlerini önemserim.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ RUSLARA VE ERMENİLERE KARŞI SAVAŞTA
I. Dünya Savaşının başladığında, Said Nursi de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilatı’nı kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı. Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu bir çok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ispat yolunda telifata devam ediyordu. Kur’an’ın mucizeliğini çağın insanına göstermek için telifine başladığı “İşarat-ül İcaz” adındaki tefsirini cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.
Bitlis savunması sırasında bir çok talebesi şehid olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı ve bir ayağı kırıldı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten sonra Ruslara teslim olmak zorunda kalan Said Nursi’yi önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk ettiler.
Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilali, Rusya’yı alt üst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilalin sebep olduğu bu karışıklıktan istifade eden Said Nursi firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a geçerek Varşova’ya gitti. Buradan da Viyana’ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi. Yaklaşık iki buçuk yıl süren esareti sona ermişti.
İSTANBUL'UN İŞGALİNE KARŞI MÜCADELESİ
2 Ekim 1923, İstanbul'a 13 Kasım 1918'de gelen ve 16 Mart 1920'de kenti tamamen işgal eden İtilaf Devletleri'ne ait son birliklerin, Dolmabahçe rıhtımından gemilere binerek kenti terk etmesinin tarihidir. İşgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk etmesinde en büyük nedenlerin başında Bediüzzaman Said Nursî'nin işgalcilere karşı gizlice neşredilip el altından dağıtılan "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri gelmektedir. Said Nursi, o dehşetli günlerde Anadolu’nun dört bir yanı işgalci kuvvetlerle sánldığı bir sırada, başta Ingiliz olarak istilacılann yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran ve şehâmet-i îmaniyesini çekinmeden izhar etmiştir.Kaynak: Said Nursi'nin işgalci İngilizleri perişan eden eseri
Bediüzzaman işgalden üç ay önce 18 Ağustos 1918 tarihinde Ordu-yu Humayun’un tavsiyesiyle Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine atanmıştı. İşgalin ilk aylarında o görevini yürütürken İstanbul’un işgaline ait ilk tespitleri şöyle:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı suâl soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’
Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.” (Mektubat)
Tanin gazetesinde yazıları neşredilen insanlardan biri olan Bediüzzaman Said Nursi, gayet cesur bir üslûpla kalemini bir kılıç gibi kullanır. İşgal altında tutulan bir şehirde yazılarında, “Tükürün İngiliz lâininin (lânetli) hayâsız yüzüne / Ey ekpekü’l-küpekâdan tekellüp etmiş (köpeklerin en köpeğinden köpekleşmiş) köpek” diye ağır ifadeler kullanır.
Bediüzzaman’ın, ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı risalesini gizlice matbaalarda tabedip dağıttırması, İstanbul kamuoyundaki İngiliz aleyhtarlığının kuvvetlenmesine ve İngiltere lehinde yapılan propagandanın tesirini gün geçtikçe kaybetmesine zemin hazırlar. Hem telif ettiği Hutuvât-ı Sitte risalesi, hem de Tanin gibi gazetelerde neşredilen makaleleri, onun İngilizlerin aleyhinde olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu faaliyetleri üzerine İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığınca ölü veya diri ele geçirilmesi için emir verilir; fakat İngilizler onu yakalamayı başaramazlar.
ATATÜRK'ÜN SADİ NURSİ'Yİ DAVETİ VE NAMAZ KAVGASI
Said Nursi, milli mücadele yıllarında gösterdiği gayret nedeniyle Ankara Hükümeti tarafından ısrarla Ankara’ya davet edilir. Neticede Kasım 1922’de bu ziyaret gerçekleşir. 9 Kasım 1922 Perşembe günü, Bediüzzaman için, Meclis'te resmî bir "karşılama merasimi" düzenlenir. Merasimle ilgilili ayrıntılar TBMM Zabit Ceridesinde yer almaktadır. "1. Celse, Cilt 24, 135. içtima, Perşembe, 9 Teşrin-i Sani (Kasım), 1338 (1922), 457)
TBMM'de kürsüye davet edilen Said Nursi Milli Mücadele gazilerini tebrik eder ve dua eder. Bu merasim, tebrik konuşması ve duada ile ilgili haber bir gün sonraki Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi'nde haber olarak yer alır.
M. KEMAL'İ RAHATSIZ EDEN NAMAZ HATIRLATMASI
Ancak Said Nursi Meclis'te beklediği manzarayı göremez. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet etmektedir. Meclis-i Meb’usanda dine karşı gördüğü lâkaytlık ve batılılaşmak sevgisi üzerine milletvekillerine ibadete, özellike namazı kılmalarının lüzum ve önemine dair 10 maddelik bir beyanname yazar ve milletvekillerine dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur.
Said Nursi beyannamede, zafer için şükredilmesi gerektiğini, Kur’ân’ın en açık ve kesin emri olan namazın kılınması gerektiğini vurgular. "Müslümanlar İslâmiyet hasebiyle sizi severler" diyen Said Nursi, "Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister" ifadesini kullanır.Said Nursi'nin, Meclis'e sunduğu bu beyanname ve yaptığı şiddetli teşvik ve tavsiyeler oldukça etkili olur ve 60'tan fazla milletvekili, düzenli olarak namaz kılmaya başlar. Bu yoğun alakadan dolayı, mescit olarak kullanılan küçük odanın yerine, daha büyük bir oda kullanılmaya başlanır. Milletvekillerini etkileyen beyanname Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın tepkisini çeker. İki isim Meclis'te karşılaşır.
Olay Tarihçe-i Hayat'ta şöyle geçer:"Bu parça, meb’uslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, Reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış meb’us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç mâkul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez."
TÜRKÇE EZANIN YILMAZ SAVUNUCUSU RIFAT BÖREKÇİ
1860'ta Ankara'da Beynam köyünde doğdu. 25 Kasım 1908 tarihinde de Ankara Müftüsü oldu. Ayrıca 1911 yılında bir müddet Sivrihisar Kaymakamlığı görevini de vekaleten yürüttü.
"Atatürk'ün Diyanet İşleri Başkanı" olarak bilinen Börekçi, 1920'de Ankara hükümetine de Mebus olarak girdi.4 Nisan 1924 ise Ankara Hükümeti tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının ilk Başkanı oldu.
Arapça ezanın yasaklanması Türkçe ezanın zorunlu kılımasının savunucularından biri olan Börekçi döneminde Türkçe ezan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 1932 tarihli bir genelgeyle imam ve müezzinlere mecburi tutuldu. Uygulamadaki bazı aksaklıkları halletmek üzere 1933 Şubat'ında Başkan Rıfat Börekçi imzasıyla ikinci ve sert bir uyarı yapıldı. Buna göre Arapça ezan yasağına uymayanlar "kat'i ve şedit cezalara çarptırılacaklar"dı. Nitekim de öyle oldu. Pek çok din görevlisi ceza aldı, dayak yedi, görevden alındı, hatta hapse düştü.
SÜFYAN NE DEMEK? SAİD NURSİ'NİN SÜFYAN YORUMU
Kamus-u Okyanus, bu kelime için “bir isimdir" der, yani mana aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadislerle bildirilen ve şeair-i islâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs. "Süfyanîler" ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan'da (sebe', 51) âyeti altında cem'etmiştir.
Said Nursi 5. Şua adlı eserinde Süfyan ile ilgili şu yorumda bulunur:
SEKİZİNCİ MESELE: Rivayetler, Deccalın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını 1 gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلاَّ اللهُ (Gaybı ancak Allah bilir. ) Bunun bir te’vili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.
BİRİNCİ MESELE: Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan süfyanın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir. İşte, “süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber verir.
İKİNCİ MESELE: Rivayette var ki, “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.”
Allahu a’lem bissavab, bunun te’vili şudur ki: O süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.
...
İslâm Deccalı olan “süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.