Dinle ey nefsim! Artık söz bitti. Sözün bittiği yere geldik. Söz, biter mi? Evet söz de biter. Sözü öyle yerlere getirirsin veya sözle öyle yerlere gelirsin ki artık söz tükenir. Söz, özü çürümüş kabuğa döner. Kelimeler anlamsızlaşır, lafızlar ruhunu kaybeden ceset gibi olur. Konuşmak beyhudedir. Çünkü söz anlamı taşıyamayacak kadar aşınmış, boşalmış ve kopmuştur. Gönüller de kırılmıştır, kalpler yangın yerine dönmüştür.
Ey nefsim! Üstadım Muhakemat’ta “Bir sözü kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş ve ne makamda söylemiş?” ikazına uyarak bir sözü değerlendirmede bu dört faktörü dikkate almadan sözü değerlendirme!
Ey nefsim! Risale-i Nur dairesinde bir ömür eskitmiş nice kardeşlerin var. Onlar da iyi bilirler ki her bir kardeş zerre kadar dünyevî maksat ve menfaat gözetmeksizin, kendi alın teriyle kazandığından harcayarak bir İhsan-ı İlahî olarak omzumuza yüklenmiş bu kutsi davada gecesini gündüzüne katıp bu günlere gelişte emekve pay sahibi olmuştur. Risale-i Nurları kendi malı bilerek bu davanın çilesini çekmeye soyunmuş; iman hizmetinin muvaffakiyetiyle sevinmiş, başa gelen musibetler ve mağlubiyetlere de üzülmüştür. Hiç bir kardeş mâmelek namına bu davayı kullanmamış, dünyevi servet için basamak yapmamıştır. Bu dava sana munhasır da değildir. ”Hep benim dediğim doğrudur, hep ben bilirim” deme. Bu davanın akıldaneliği sana mahsus değildir. Bu dava senden ibaret de değildir.
Ey nefsim! Asrın imamı Üstadının fikirlerini hemen her kesim tasvip ve tasdik etmiştir. Risale-i Nur dairesi dışındaki hizmet cemaatleri Sözler, Mektubat, Lem’alar vb. kitaplardaki görüşlere itiraz etmemiş hatta kendi hizmetlerinde büyük çapta istifade yoluna gitmişlerdir. Fakat iş Münazarat, Sünuhat, Kastamonu ve Emirdağ lahikalarına gelince bu eserlerdeki siyasî-sosyal fikirlere ve sözlere katılmamışlardır. Bu herkes gibi sence de normaldir. Risale-i Nur Talebeleri ise daha çok sosyal ve içtimaî bu eserlere tereddütsüz tabi olmalarıyla tebarüz etmişlerdir. Başka bir deyişle Risale-i Nur Külliyatını bir bütün olarak ele almışlar ve kendilerine rehber etmişlerdir. Nur talebelerini iyi tanı. Başkalarına benzemezler. Meslekleri sahabe mesleğidir.
Ey nefsim! Sözü uzatmadan sadede gel. 45 yıldır bu Nur dairesinin içindesin. Her kardeş gibi sen de çok şeyler gördün, çok şeyler yaşadın. Bu davanın mensupları külliyattaki prensiplere göre aynı davranış modellerini gösterdiler. Söz gelimi bir kandil gecesini ihya etmede prosedür belliydi. Önce bir ders yapılırdı. Sonra yatsı namazı cemaatle kılınırdı. Tesbihattan sonra gecenin manasına yönelik ikinci ders yapılırdı. Ardından cüz dağıtılır hatim indirilirdi. Hatim sonrası mevsimine göre meyve ikramı yapılırdı. Sonra cemaat şeklinde Cevşen okunurdu. Akabinde şahsî ders, nafile namaz, gurup sohbeti sabaha kadar sürerdi. Cemaatle sabah namazı kılınıp sabah dersi yapıldıktan sonra kimisi işine gitmek üzere evine yollanır kimisi kahvaltı saatine kadar istirahata çekilirdi. Burada ihtilaf yoktu. Her şey aynıydı. Risaledeki Adalet-i Mahza ve Adalet-i İzafiyye, Uhuvvet, İhlas vb.konularda okunan metinler ve yorumlar da aynıydı. Lahikalardaki sosyal ve siyasi mektuplar da aynıydı. Fakat siyaset ve siyasi parti tercihi konusuna gelince okunan metinler aynı olmasına rağmen davranış modelleri ve tefsir ve tevilat ayrı olurdu.
Söz gelimi ey nefsim, Kastamonu lahikasında geçen “Sakın sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları sizi tefrikaya atmasın… ilahir” metnini sen kendine değil karşındakine okuyordun. Tıpkı X partisine destek olunması gerektiğini ileri sürenlerin Y partisine destek veren kardeşlerini gaybi bir muhatap sayarak bu parçayı hep okumaları gibi. Görmüştün ki Y partisine destek verenler de aynı parçayı X parti tarafında olanlara gıyaplarında hep okuyorlardı. Her iki taraf da ihtilafları çıkaran taraf için yeri geldi Cemel vakası, yeri geldi Sıffin savaşı, yeri geldi Kerbela katliamını örtüştürmede kıyas kabul etti.
”Şimdi bu hizmetimizden ayrılanlar bilmeyerek dinsizlik kuvvetine yardım etmek ihtimali var…” ifadelerini X taraftarları Y grubu için, Y taraftarları X grubu için kullandılar. Ayrıldılar mı ayırttırıldılar mı oralı olmadan X ve Y cenahları birbirlerine ayrılanlar olarak baktılar. Uhuvvet Risalesindeki “Bir gemide dokuz masum bir katil hatta dokuz katil bir masum olsa yine o gemiyi gark edemezsiniz” düsturunu defalarca okuduğun halde mesail-i İslamiyenin yüzde 5’ine tekabül eden siyasî ihtilaf hengamında bu misalleri hiç, ama hiç hatırlamadın. Siyasî görüşü bizimle tıpkı basım gibi olmayan kardeşlerini dışladın, yok saydın. En hafifinden hasta olmakla niteledin. Bu kişi yazar ise yazılarını yayınlatmadın, kitaplarına ambargo koydun. Satış ve dağıtımını menettin. Yılların emektar ağabeyi ise “O kimin sözcüsü oluyor ki?“ diye bir kalemde sildin. Muhalif taraftaki kardeş ne kadar kabiliyetli ve dirayetli de olsa hizmetteki görevine son verdin. “Kardeşim bu hizmet kalbur gibi herkesi eler” yorumunu getirdin. Eleştiri, tenkit ve ikaz edenlere “şefkat, merhamet, hıllet” düsturlarıyla mukabele; en azından acıyarak dua etmek yerine hiyanet-i vataniyye, siyaset-i şeytaniye gibi tuhaf tanım ve tarif kalıpları icad ettin.
”Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok” vecizesini Üstadı anma törenlerinde salonların alnının çatısına astın. Ama en ufak fikir ayrılığında muhabbete muhabbet adavete adavet kaideleri hep satır aralarında kaldı. Sadırlara inmedi. Her bir kardeş demoklesin kılıcı gibi potansiyel birer mit/bit adamı olma ithamıyla emniyet ve emanet; itimat ve sıddıkiyet noktasında tereddüt zelzelesine düştü. Meşveret ve şura bahislerini vurgularken meşveretin meşru usül ve esaslara göre yapılıp yapılmadığını hiç sorgulamadın. Şura toplantısından önce temayülünü yazılarınla, maillerinle zerkederek oylama öncesi zemin ihzar ettin. Kendi görüşlerine yöneltilen eleştirilere muhalif görüşü olarak değil muhasım görüşü olarak baktın.
Üstadın demokrasi manifestosu olan Münazarat’ta geçtiği halde muhalife yaşama ve kendini ifade etme imkanı sağlama kurallarını kaale almadın. Karşılıklı muhavere ve fikir müdavelesini kardeşane yapmak yerine iki yabancı ülkenin diplomatlarının birbirlerini kollayarak stratejik taktikli resmi görüşmeleri gibi yaptın. Hakkı tesbit etmek çabası yerine yanlış düşündüğün izzetini yanlış yerde arayarak, sözün makamını dikkate almayarak Risalelerden kes-kopyala-yapıştır metoduyla haklılığını kabul ettirme çabası içinde oldun. Farkında mısın ey nefis, Sıffin savaşında mağlubiyetten kurtulmak için mızraklarının ucuna Kur’an sayfaları geçirenler gibi sen de Risalelerden kesip kopardığın vecizeleri kaleminin ucuna geçirdin. 40 yıldır seninle birlikte yol arkadaşlığı yapmış, fedakar, cefakar nur kardeşini iki günlük bir siyaset cenahı adamını beğendirmek ve desteklemek uğruna feda ettin. Üstelik kendisi iddiasında olmadığı halde bu adama Haydar yerine Haydarağa dedirtmek için cansiperane ortaya atıldın. Muhalif kardeşlere Çin işi/Japon işi piyasasındaki ağızla “çakma” dedin. Hz. Ali muhalifi Harici ağzıyla küfür/kafir, zındık, fındık terimlerini kullandın. Sonra döndün ey nefsim “Sakın sakın siyaset cereyanları….” parçasını kendine değil yine parça parça ettiğin karşıdaki gaybî muhatabına okudun. Oysaki bunları aynanın karşısına geçerek kendine okumalıydın..
Ey nefis! Sen değil miydin onlarla birlikte Horhor çeşmesinden abdest alan? Sen değil miydin onlarla birlikte dersanelerde makarnaya, çorbaya kaşık sallayan. Sen değil miydin bir zeytini iki ısırmada kuru ekmeğe katık eyleyen ve ardından “Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız!..” diye yemek duası yaparak şakirane amin diyen? Sen değil miydin onlarla birlikte ders molası çayında bitmiş demliğe tekrar tekrar su katarak sulu çayları dağıtan ve içen?
Ey nefis, bak dinle! Sesler geliyor. Azim, sebat, metanet yüklü sesler geliyor uzaktan. Erek dağı eteklerinde, Barla dağlarında ve bahçelerinde koro halinde onlarla birlikte okuduğun mazinin derelerinden gelen o seslere kulak ver. ”Tepelice çama çıktım. Gelincik dağına baktım. Mümkün olsa kalacaktım. Bir ömür boyu Barla’da..” Bak yankı yankı, dalga dalga o aslan ses bu kubbe-i minada hala taninendaz ediyor. Hatırla ey nefis! Sen değil miydin Allah Allah diye hizmet için yollara düşen, bazen minibüslerde, bazen traktör damperinde, bazen kamyon kasalarında derse, ziyarete, mevlide giderken onlarla birlikte “Biz Kur’anın hadimleri, Pür imanlı ve zindeyiz..” marşını ağlaya ağlaya okuyan.. Aşk ile şevk ile ilden ile, elden ele nurları taşıyan? Nasıl terk ettin onları? Kabe hürmetinde, Uhud dağı azametindeki o kardeşlerin kalplerini nasıl incittin? Evet, sonra ne oldu da böyle ayrı düştün? Ne değişti de ruhunun rüzgarını yitirdin? Neyi paylaşamadın da din kardeşin, nur kardeşin, halde haldaşın, yolda yoldaşın, sırda sırdaşın, hapishanede dert ve teselli arkadaşın olan bu mübarekler kervanından gittikçe geride kaldın. Her gün bir dostunu kaybettin bu siyaset çöllerinde. Evet kayıp vermeye başladın. Böyle böyle haklı da olsan haksız da olsan her ihtilafdan sonra farkında olmadan irtifa ve itibar kaybettin. Acı mı söyledim ey nefis? Ama unutma ki dost acı söyler. Hem bu ifadelerim son bir aydır başımız üzerinde yeri olan bazı muhterem kardeşlerimizin -ki onların hiç birini dünyalara değişmem- birbirine yönelttiği itham ve isnatlardan daha acı değil ya? Hasılı ey nefsim, söz ucuzladı. Söz bitti. Sözler’e başla! Unutma ki yaşanmayan dava senin değildir. Böyle sürerse Allah bir başkasını gönderir omzundaki kutsal emaneti alır, gider. Sana da ey nefsim, ellerin böğründe hüsranla oturmak kalır.
Akşama dersanede ders var. Konu ”Uhuvvet.” Uhuvvet Risalesini okurken yüzünün alacağı rengi merak ediyorum ey Nefis? Ey nefs-i pür-emel. Hayalini eline al.. Benimle beraber gel! Kalma oralarda.