Ey Örtülere Bürünen, Kalk!

Mustafa ORAL'ın yazısı...

                                    

Şehzade yaşama nedenlerini bir bir kaybettiğinin farkına vardı. İnsanın yaşamaya devam edebilmesi için ulaşması gereken şeyleri veya beklentileri olmalıydı. Bu da yetmezdi. Bütün bunlar bir emeğin karşılığı olmalıydı.

Şehzade hayatta istediği her şeye herkesin ulaşabileceğinden çok daha kolay ve çabuk ulaşmıştı. Şimdi en büyük hedefi babası vefat ettikten sonra kral olmak olabilirdi. Oysa krallık tacı elinde bir oyuncak gibi dolaşıp duruyordu. Bütün bunlar onda doyumsuzluk ve amaçsızlık duygusu uyandırıyordu.

Şehzade bu duyguyu yenmek ve hayata daha güçlü bağlanabilmek için yeni şeyler arıyordu. Yeni bir zaman, yeni bir dünya,  yeni yeni insanlar...

Sıcak bir yaz gecesiydi. Gökte yıldızlar bir görünüp, bir kayboluyordu. Şehzadenin etrafındaki insanlar da böyleydi. Onlar da yıldızlar gibi görünüp, kayboluyordu. “İşte geldik; gidiyoruz. Bu gün varız; yarın yokuz” diyorlardı kendi dillerince. Bu ayrılıklar, kayboluşlar yaşama nedenlerini bir bir kaybetme duygusuyla birleşince onda sonu gelmez bir “arama” hissinin deprenmesine neden oluyordu.

Yıldızları seyrederken “aramak” duygusu onda yine ayaklandı. “Kuşlar yollarını yıldızlar vasıtasıyla bulurlarmış. İhtimal ki bu yıldızlar beni aydınlık dünyalara çıkaracak bir menzil olur” deyip uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verdi.

Babasının krallık tacını sol eline, çırayı da sağ eline alarak saraydan çıktı.  Toyluğu, haytalığı, uzlaşmaz kişiliği ile ormana doğru yürümeye başladı. Geçmiş derin bir mezar gibi ardında uçurumlar oluşturuyordu. Gelecek karanlık bir yol gibi önünde açılıyordu.

Yollar taşlı, yollar kumluydu. Yollar düz, yollar dik, yollar yayvan, yollar yamaç, yollar iniş, yollar çıkıştı.

Hayat da yollar gibi inişli çıkışlıydı. Şehzade hayat yolculuğuna çıkmayı göze almıştı ama işte, yollar ve yolculuk zordu.

Yürüdü, yürüdü. Ayaklarına kâh çakıllar battı. Ayakları kâh kumlara battı. Bazen ıslak kayalara bastı, ayağı kaydı, düştü. Bazen kumlara gölgesi düştü. Çıranın aydınlattığı yollar oldu. Çıranın ışığının yetmediği yollar oldu.

Yollar ve yolculuk zordu. Bir an için saraya dönmek istedi. Fakat geri dönmek için artık çok geçti. Üstelik çok yorgundu. “Biraz soluklanayım” dedi. Oturdu. Rahat edemedi; bu sefer yere uzandı. Sırtını dağlara vermiş gibi kendini güçlü hissetse de, sorular peşini bırakmıyordu.

Aklının perdelerinde kaykılan çıranın ışığı ve ısısıyla sabaha dek üst üste sorular örtündü. Sorular başka başka yorgunluklar verdi. Gevşedi. Gözleri ağırlaşmaya başladı. Az sonra uyuya kaldı.

Uyku gözlerinin önündeki perdeyi kaldırdı. Rüya uykuda sahne aldı.

Şehzade rüyasında güya ölmüştü. Teşyiciler onu ıslak bir mezarın içine yatırdılar.  Babasının tacını da başının altına bir yastık gibi koydular. Sonra da üzerini sapsarı topraklar örtüler. Sabaha kadar mezarıkâh açtılar, kâh örttüler. Sanki şehzade ölüp ölüp dirildi.

Neden sonra, Şehzade ‘Ey örtülere bürünen, kalk!’ diye bir ses işitti. Uyandı. Fakat gözlerini açamıyordu. Titriyordu. Korkuyordu. Kendini toparlamaya çalıştı. 3–5 dakika sonra bunun bir rüya olduğunu anladı ve yavaşça gözlerini açtı. Oturdu. 

Baktı; yanındaki çıra sönmüş. Güneş binlerce çıra olup dünyayı aydınlatmış. Etrafta kimse yoktu. Birden, sağ ve sol tarafında boyu boyunca aralıkta, karşılıklı iki taşı fark etti. Olamaz… Bunlar birer mezar taşıydı. Ancak o zaman anladı bütün gece bir mezarın üzerinde yattığını.

Şehzade sanki ölmeden önce ölmüştü. “Hayat, ölümün üzerine kurulmuş mezardan bir ev.  İnsan kendi evini kendi yapıyor. İnsan kendi mezarını kendi kazıyor. Arzularını toprak gibi üzerine serpiyor. Böylece kendi kendini defnediyor”  dedi.

Ölen bir kişinin gözleri nasıl yavaş yavaş kapanırsa, birkaç saniye içinde göklerin gözleri de kapandı. Amansız bir karanlık zuhur etti. Şehzade çırayı aradı, bulamadı. Ne yapacağını şaşırdı.

Sinirden koltuğundaki tacı yere fırlatıp, kırdı. Birden tacın içinden huzme hüzme, lem’a lem’a ışıklar tütmeye başladı. Taç bir güneş oldu; dünyayı aydınlattı. Sonsuz bir gündüz başladı.

Şehzade kalktı. Kırık tacı sağındaki mezar taşının üstüne bir baş gibi bıraktı.  Sonsuz gündüz içinden sonsuz ormana doğru yürümeye başladı.

Edebiyat Haberleri