Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Bartın Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mahmut Bozan:
Demokratik Açılım’la ilgili yaptığımız röportajlar ses getirdi. Özellikle Abdülkadir Badıllı abinin röportajı tam bir tartışma ortamı oluşturdu. Tartışma tatsız başladı ama tarafların kadirşinas davranışları sonucu olay tatlıya bağlandı… Böyle sonlanmasına sevindik. Zira maksadımız üzüm yemek…
Mesele burada kalmamalıydı. “Eyalet” meselesine odaklanan bu tartışmayı, sonuçlandırmak ve daha düzgün ve akademik bir platforma taşımak adına işin ilgililerine konuya açıklık getirmelerini istedik. Ve Bartın Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mahmut Bozan’a sorduk…
Hükümetin başlatmış olduğu “Demokratik açılım süreci” nasıl işliyor sizce? İstenen ve beklenen sonuç elde edilecek mi?
Hükümet, seçimlerden önce millete taahhüt ettiği sorumluluklarından birisini yerine getiriyor. Açılım denilen hareketin gerçek adı da tüm vatandaşları içine alacak bir demokratikleşme programıdır. Diğer bir deyişle, temel hak ve hürriyetlerin sözde ve lafzen değil, yaşanabilecek bir seviyeye getirilmesi, fiiliyata aktarılmasıdır. Bu iş elbette kolay olmayacaktır.
Çünkü milli iradenin temsil mahalli olan Meclis ve onun yetkilendirdiği hükümetin iktidar alanını daraltan daha önceden kurgulanmış bir yapı var. Bu yapıyı tesis eden otoriter ve diktaci bir tortu var ve bunlar zorla, ihtilâller yaparak yazdıkları anayasaların altında milli iradenin kendilerine vermediği bir yetkiyi keyfemayeşa kullanıyorlar. İşin ne kadar patavatsızlaşabildiğini cumhurbaşkanı seçimindeki yargı kararında ve benzeri kararlarda gördük. Yürütmenin altında olması gereken bürokratların pervasızlıklarında gördük. Bu cüret ve cesaret mevcut yapının demokratikleşmenin ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu ve gecikmelerin maliyetinin ne kadar ağır olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu sebeple demokratik açılımı “Kürt Açılımı” olarak daraltmak yanlış olur, sanki Kürtler hariç herkes temel hak ve hürriyetlere meşbu bir hayat yaşıyormuş gibi anlaşılması duygusunu verir. Oysa otoriterlikten, diktadan, milli iradenin vitrin süsü olarak kullanılmasından, hak ve hürriyetlerin baskı altında tutulmasından tüm insanlar ve ülkedeki tüm müesseseler zarar görmektedir.
Kürt meselesi demokratik açılımın ana başlıklarından birsidir, sadece o değildir ama detay da değildir. Hükümetin Kürt ismi yerine demokrasi kelimesini kullandığını düşünmüyorum. Ancak süreçle ilgili bütüncül bir program ortaya konulmadığı ve “Şimdi dinliyoruz”, “Görüş alıyoruz” gibi ifadelerle olayı tartışma ortamına çekmelerini bir taktik değilse isabetli bulmuyorum.
Bu açılımın temel hak ve hürriyetlerde istenilen sonuçlara ulaşması elbette ki Türkiye için bir dönüm noktası olacaktır. İşte o zaman Türkiye’de gerçek bir demokrasiden, katılımcı bir demokrasiden söz edebiliriz. Meselenin çapı büyük olduğu için şimdiden sürecin sağlıklı veya sağlıksız yürüdüğünü söylemek erken olur. Ama bahsedilen konu, temsili demokrasinin “Milli egemenlik” ve “Halk egemenliği” dönemeçlerinde otoriter bir cumhuriyetten beyaz ihtilâlle geçildikten sonra bile, iktidar ve muhalefetin Meclis içinde oluştuğu ve her ikisinin de milli iradeye dayandığı bir yapı yerine, Meclis ile bürokrasi arasındaki iktidar-muhalefet tahtıravallisine mahkum edilen özürlü demokrasi gibi bir bataktan gelmektedir. Böyle bir yapının kurumsallaştığı da dikkate alınırsa sürecin mahiyeti daha iyi anlaşılır. Demokratik açılımın istenilen ve beklenilen sonucu vermesi Hükümetin bu süreci azimle yürütmesine ve otoriterliği ayakta tutan payandaları sökmede kararlı olmasına bağlıdır. Buna da otoriter ve totaliter rejimlerin acısını çeken demokratik hak mağdurlarının yardım etmesi, yardım edemiyorsa köstek olmaması, onu da yapamıyorsa vaktiyle Boğos Nubar ile iş birliği yapan Şerif Paşa rolünü tekrar sahnelemek, PKK üzerinden Türkiye’de operasyonlar yapmak isteyen taraflara ayna tutanlara da müsaade edilmemesi gerekir.
Bu konuda bizde bir çok kişiyi konuşturduk, yaptığımız röportajlar okuyucu nezdinde makes buldu, güzel tepkiler aldık. Özellikle Abdülkadir Badıllı’nın Üstad’dan şu cümleyi naklederek “Hem de her kavmin mabihil-bekası olan adat-ı milliye ve lisan-ı kavmiyeye isti’dadı efkara muvafık, (yani her bir millette ayrı bir istidat var ona muvafık) hükümet teşebbüsata başlamalı…” cümlesini naklederek şu soruyu soruyor. “Bu nasıl olacak, bir millet kavmine özel adetlerini, kendi lisanını ve kendi kabiliyetine muvafık fikirlerini nasıl gösterecek?” diye soruyor ve arkasından yine kendisi cevap veriyor. “Bu ancak Eyalet ile olur” diyor. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu fikre katılıyor musunuz?
Demokratik açılımın Kürtlerle ilgili bahsine gelince Abdulkadir Badıllı ile yaptığınız mülakatı okudum. Naklettiğiniz ifade Üstad Said Nursi’nin Prens Sabahattin’e yazdığı mektupta geçiyor. Nakledilen bu ifadenin öncesinde ve sonrasında söylenenler dikkate alındığında Üstad’ın ne demek istediği gayet iyi anlaşılır. Benim anladığım da bu mektupta birliğe vurgu yapıldığıdır.
Osmanlı Devletinin parçalanması için yapılan çalışmaların hız kazandığı bir dönemde zaten eyalet sistemi ile idare olunan Devlet-i Aliye’nin idari yapısında merkezden yönetimi zayıflatıp yerinden yönetime ağırlık vermesinin bile ayrılıkçı hareketlerin hesabına geçebileceğine ilişkin bir ikazdır. Üstad parçalama teşebbüslerini boşa çıkarma ve birliğin sağlanmasının yolunu da Osmanlı bünyesindeki milletlerin kendi gelenek, örf, adet ve lisanlarının korunup geliştirilmesinde bulmaktadır. Çünkü birliği ve muhabbeti temin ve tesis eden ana bağ İslamiyet’tir. Nitekim İslamiyet yerine ırk ikame edilmeye çalışılınca dirlik de birlikte tehlikeye düşmüştür. Bir milletin kendi değerlerini ifade edebilmesi için ille de eyalet sistemi gerekir demek isabetli bir fikir değildir, üstelik buna Üstad Said Nursi’den delil getirmek en başta O’nu yanlış anlamak olur.
Sonda söylenecek sözü en başta söyleyeceğim. Vahdeti vücut kavramından mutasavvıflarla tabiatperestlerin anladıkları arasında ne kadar bir mesafe ve zıtlık varsa, Üstad Said Nursi’nin Prens Sabahattin’e yazdığı mektuptaki ademi merkeziyet kavramından eyalet sonucunu çıkarmada da o kadar mesafe vardır!
Nasıl ki mutasavvıflar vahdeti vücut kavramı ile Allah namına mevcudatı inkar ediyor, tabiatperestler ise tabiat adına Allah’ı inkar ederek birbirine zıt düşüyorlarsa, aynen bunun gibi ademi merkeziyet kavramını Üstad’ın kullanış şeklinden “Eyalet” anlayışı çıkarmak da kullanılış amacına o kadar zıttır.
Üstad Said Nursi mektubunda Prens Sabahattin’in yanlış anlaşıldığını, fikrin güzel olduğunu söylemekle birlikte devleti parçalama çalışmalarının yapıldığı bir dönemde ademi merkeziyet fikrinin problem çözme bir yana ayrışma eğilimlerini hızlandıracağını söylüyor. İyileştirme aracı olduğunu söylemiyor. Bunun detaylarına daha sonra geliriz.
Yine bu konuda tespit ettiğim bir bölüm var. Yerinden okumak isterim.
“İşte, bakınız: İstibdâdın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikâyette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibâriyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdâdı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, mârifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; tâ bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa dâimâ dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler.” (Münazarat sh. 43)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bahsettiği bu pınar bugünkü sistem içinde nasıl oluşur? Kendi dili ile değil de başka dille yapılan tüm çalışmalar o dilin sahibine mal edilmeyecek midir? Siz ne dersiniz?
Burada önce bir tesbit yapmak lazım. Üstad Said Nursi’nin tam bir asır önce Kürt aşiretleri içinde sosyolojik bir çalışma olarak demokrasi, temel hak ve hürriyetleri İslami referanslarıyla birlikte işlediği ve Münazarat adıyla neşrettiği risalesi tek kelimeyle enfes bir siyasi analiz olup, orijinaldir ve oradan buradan aparma-koparma “bilimsel tebliğlere” benzemez.
Osmanlı Devleti’nin idari yapısı ve içinde bulunduğu zorluklar ile mevcut aksaklıkların teşrih edilerek çare ve çözüm önerileri getirilen O risale halen güncelliğini korumaktadır. Orada merkezi idarenin kendini idame için tahakkümü seçmekle meseleleri ağırlaştırdığı, oysa mülakatın başında ifade ettiğimiz demokratikleşme ile hem yükünün azalacağı, hem hizmetlerin daha sağlıklı ve isabetli şekilde yapılacağı anlatılır.
Naklettiğiniz bahiste merkezi tek kaynaktan dağıtılan bir su şebekesi ile pek çok kaynaktan gelen suların toplandığı bir havuzdan dağıtılan su şebekesi baskıcı tek kişi yönetimi ile demokratik yönetimin mukayesesi için misal olarak veriliyor ve deniliyor ki, eğer suyun başını tek kişi tutmuş, tüm şebekeler de o tek kaynağa mahkûmsa ve o kaynaktaki su da kötü, pis, bulanık vs. ise o su size zarar verecek, fakat suyun dağıtıldığı havuzu besleyen kaynaklar çevreden merkeze akıyorsa, akıtılıyorsa o su sağlıklı olacaktır.
Yani milli irade ya bir kişinin keyfi tasarrufuna bırakılacak veya milli irade bir havuzda toplanıp tasarruf yetkisini devralacak, buna yönetilenlerin de katkı sağlaması gerekir.
Burada sorunuza dönecek olursak su şebekesi misali ile dilden ziyade yönetimdeki temsil kastedilmektedir. Milli irade her bölgede her mıntıkada yaşayan vatandaşların kendi temsilcilerini seçmesi ile teşekkül edecek, milli iradenin yapacağı kanunlara göre de hükümet millete hizmet edecektir. Ama demokrasicilik oyunu ile millete zorbalık dayatılmasına bakıp, onu düzeltmek için çalışmak yerine başka mecralara sapmak meseleyi kavrayamamak demektir. Burada insanların konuştuğu dil bir problem kaynağı değildir ve olamaz. Ama zorbalıkta olur. Kararı kim verecektir? Şu an ve cumhuriyet tarihi boyunca milli iradenin yaptığı demokratik bir anayasa var mıdır? Bu anayasaları kimler yapmaktadır? İçine yazdıkları milli iradeyi ne ölçüde yansıtmaktadır? Onun için tekrar başa dönersek, demokratik açılımı bir ırk veya mezhebe daraltmayalım, buna herkesin ihtiyacı vardır.
Üstad Said Nursi demokratikleşme sürecinde tek kişi yönetimi ile milli iradenin mecliste demokratik olarak temsiliyle oluşan yönetimi mukayese ederken de şu misali vermektedir.
“Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat (tellerin birleşmesi) ile hâsıl olan hablü'l metin ve urvetü'l-vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez. İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir.”
Demek tüm meselelerimizin çözüm mahalli demokratik olarak teşekkül etmiş olan Millet Meclisidir. Bu konuyu tamamlamadan önce Münazarat’ta merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi idare anlayışının halkın meselelerine çare bulmadaki mukayesesini aktarmak isterim.
“Hükümet hekim gibidir; millet hastadır. Farz ediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tacizimi (rahatsız olmamı) istemeyen müdâhenecilerden (dalkavuklardan), yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mizansız bir ilâcı istimâl eden (kullanan), acaba şifâ mı bulur yoksa ölür mü?
İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü'lcû (açlık) ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne (yardım) toplamak yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm (zehirleme) midir, melekü'l-mevte (Azraile) yardım etmek midir? İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur.
Ammâ, bizzarûre hükümet-i İslâmiyenin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsâlini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahânedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap (seçiliş) adam, yanıma geliyor, reçetesini ibrâz ediyor ki; "Dâü'l-cehl (cehalet hastalığı) ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptidâ onların lisânlarının zarfında, sonra da lisân-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyânet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslâmiye ile mezc ederek bir mâcun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde dâü'l-husûmet ile ihtilâl sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti (İslamiyet milliyeti kasdediliyor) uyandırarak, ışıklandırarak, tiryâk-misâl adâlet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misâl bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahânesinde, bîçare etfâli helâktan halâs eder.”
Bu misalde Kürt vatandaşlarımızın çoğunlukla yaşadığı bölgelerde bir asır öncesinden teşhis edilen problemlerin bugün halen konuşuluyor olması esef vericidir.
Adem-i merkeziyetten siz ne anlıyorsunuz? Prens Sabahaddin neyi savunmuş? Ona karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap ne anlama geliyor? İdari Merkeziyet nedir? Siyasi Merkeziyetten ne anlamalıyız?
Kamu hizmetlerinin tek bir merkezden, merkez hiyerarşisine bağlı organlar eliyle yürütülmesini öngören yönetim biçimine merkezden yönetim adı verilmektedir. Yerinden yönetim ise, kamu hizmetlerinin yönetiminin, merkezî idareden ayrı, özerk kamu hukuku tüzel kişilerine verilmesidir. Bir ülkenin tamamıyla bir merkezden yönetilmesi mümkün değildir. Bu sebeple devlet sorumluluğu altındaki kamu hizmetlerinin örgütlenmesi, geliştirilmesi ve müessiriyetinin sağlanması için bu hizmetlerin merkezî yönetim kuruluşlarıyla yerinden yönetim kuruluşları arasında paylaştırılması gerekir.
Sistem üzerindeki kontrolün bir kısmının merkezi yapılardan mahalli yapılara doğru transfer edilmesi demek olan yerelleşme yapısal değişimin nirengi noktasıdır. Ademi merkeziyet ile merkezi otoritenin sadece denetim gücü değil, bölgesel kaynakları harekete geçirecek olan finansal sorumlulukları da devredilmelidir. Burada temel amaç merkezi yönetimin yapısı gereği ortaya çıkan kamu hizmet açıklarına meydan vermemek ve halka daha iyi hizmet edebilmektir. Çünkü nihayette devlet müesseseleri halkın hizmeti için kurulmuş yapılardır.
Dünyada gelişmiş ve ileri konumda olan devletlerin yönetim yapıları incelendiğinde halkın yönetimde daha çok söz sahibi olduğu, yetkilerin merkez yerine ağırlıklı olarak yerel yönetimlerde toplandığı görülmektedir. Gelişmekte olan ülkeler ile milli iradenin vitrin malzemesi mesabesinde tutulmak istendiği ülkelerde ise çeşitli nedenlerle yetkiler merkeziyetçi bir anlayışla kullanılmakta, halkın katılımı ve yönetimde söz sahibi olmasına izin verilmemektedir. Ancak ekonomik ve sosyal yapıdaki hızlı değişmeler, artan hizmet çeşitliliği tüm kamu hizmetlerinin tek merkezden yönetimini imkansızlaştırmakta ve ademi merkeziyeti mecburi hale getirmektedir.
Gelelim Üstad Said Nursi’nin Prens Sabahattin’e yazdığı mektuba. Hakikat o ki Üstad Said Nursi Osmanlı Devleti’nin çözülüş döneminde çözülüşe yardım edecek yeni delikler açmak değil, tabiri caizse var olan kapı ve pencereleri de kapatma şeklinde bir tutum içinde olmuştur. Bu hususta Prens Sabahattin’e yazdığı “Prens Sabahattin Bey’in Su-i Telakki Olunan Güzel Fikrine Cevap” başlıklı mektupta hem onun fikirlerinin yanlış anlaşılmasını ifade ile fikrin güzelliğini, hem de bu babda o gün atılacak adımların muhtemel zararlarını ortaya koyarak zamansızlığına dikkati çekmiştir.
Konunun daha iyi anlaşılması için burada biraz detay vermek icabedecek. Üstad aktardığınız cümleden önceki ifadesinde;
“ Efrad mabeyninde muhabbet-i milli, zerrat mabeynindeki cazibe-i cüz’iyeleri gibi, bir muhassal teşkil ile, cihet-ül vahdetimiz olan usul-ü merkeziyeyi intaç edeceğinden ittihad ve muhabbet-i milli revabını tahkim eylemekle zülal-i medeniyet o mecarada seyelan ederek şu anasır-ı muhtelifeyi bir seviyeye getirdiğinden; aheng-i terakki hoş bir nağme ile ecnebilerin simah-ı hassasında tenninendaz edecektir” demektedir. Sonraki ifadeleri ise;
“Ta ki makine-i terakkiyatı medeniyyenin buharı hükmünde olan müsabakayı intaç edecek hissi rekabet peyda olabilsin. Yoksa bu revabıt ve macerayı fekk edecek Adem-i Merkeziyet fikri; veyahut onun ammizadesi unsura mahsus siyasi kulupler -zaten merkezden nefret var- istibdat ciheti ile ve şiddeti ihtilaf-ı unsur ve mezhep sebebiyle birden bire kuvve-i aniyilmerkeziyeye inkılap edeceğinden, tevsi-i mezuniyet kabına vahşetin galeyanıyla sığmayacağından; Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırtacak bir muhtariyete; Ve sonra istiklaliyete; ve sonra tevaif-i mülûk suretini giydiğinden. hissi rekabet daiyesiyle vahşetin ve ademi müsavatın mahsulü olan fikri istila yardımıyla bir mücadele-i keşmekeşi intaç edeceğinden, öyle bir zenbi azim olur ki; Hürriyetteki hasene-i uzmaya, menafi-i umumi mizanıyla tartılsa muvazi belki ağır gelecektir.”
Şu ifadelerden Üstad’ın “Eyalet yapılanmasını” işaret, tavsiye veya kastettiğini çıkarmak yukarıda söylediğim vahdeti vücut kavramına verilen manalar arasındaki kadar zıtlık ihtiva etmektedir. Zorbalığın ördüğü duvarların arkasında kalan Osmanlıca’yı bilemeyen ve naklettiğim paragrafları anlamada sıkıntı yaşayanlar için bu iki ifadenin özeti şudur;
“Fertler arasındaki milli muhabbet, atomlar arasındaki çekim-cazibe gibi birliğimizi netice verecek, birlik ve muhabbetimizin bağlarını güçlendirerek medeniyet suyu o mecrada akmakla muhtelif unsurları bir seviyeye getirerek gelişmenin ahengini ecnebilerin kulaklarında çınlatacaktır.”
Üstad devamla Osmanlı Devletinde yaşayan tüm milletlerin kendi kimliklerini, örf ve adetlerini koruyarak bu birliktelik içinde rekabetle terakkiye katkı sağlaması gerektiğini, aksi halde bu bağları koparacak ve aynı mecrada akmayı engelleyecek ademi merkeziyet fikri veya onun amca oğlu olan ırk temelli siyasi kulüplerin -merkezi yönetimin baskıcılığı, ırk ve mezhepler arasındaki zıtlaşma sebebiyle- merkezden kaçma eğilimini güçlendirip, oradan yetki genişliği kabını taşırıp önce muhtariyete daha sonrada bağımsızlığa doğru bir mücadele keşmekeşini netice vereceğini hatırlatmakta, mektubun son paragrafında ise Avrupa’daki devletlerde görülen ademi merkeziyetçi uygulamaların şimdilik bize örnek teşkil edemeyeceğini şu ifadelerle anlatmaktadır;
“Seviye-i irfanı bir mütemeddin devlet, Alman gibi libas-ı siyaseti kamet-i isti’dadımıza ya kısa veya uzun olacaktır. Zira seviyemiz bir değildir. Tıbbın eski bir düsturudur ki; Her illet zıdd-ı tabiatıyla tedavi olunur. Binaenalyh, mizac-ı ittihad-ı millete arız, semum-u istibdat ile merkeziyet fikriyle veyahud onun kardeşi oğlu gayr-ı mahlut siyasi kulüpler siyasetine yardım ve önüne menfezler, kapılar açmak, muhalif-i kaide-i hikmet ve tıp olduğundan, bir dehayı mücssemin ki; fatihay-ı zaferi istihsal, hasene-yi uzmayı hürriyet ve ittihad-ı milli iken; böyle bir iftirakın zenb-i azmiyle hatime çekmek, onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitneyi ikaz etmek; ve Asya’nın mahall-i saadetimiz olan sema-yı müstakbeldeki cinanı cehenneme döndürmek, hamiyet ve uluvv-u cenablarına yakıştıramıyorum. Onun te’vili güzel, fikren taakkul edebiliriz. Amma isti’dadımızla amelen tatbik edemeyiz. Tatbikine çok zaman lazım. Biz ki, ekseriz, mavahhidiz. Tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i milliye ile de muvazzafız. Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir. (Asar-ı Bediiyye sh. 456)”
Bu ifadelerden de açıkça anlaşılan Üstad Said Nursi “Her hastalığın tabiatının zıddıyla tedavi edilmesi” misaliyle, ayrılığı netice verecek ve gelecekteki cennetimizi cehenneme çevirecek ayrılıkçı veya ayrılığa yol açıcı hareketlerden sakınmak gerektiğini, muhabbete ve birliğe ağırlık verilerek İslam’ın ortadan kaldırdığı ırkçılık hastalığına yakalanmamak gerektiğini, illa da unsur aranıyorsa İslamiyet’in kafi ve vafi olduğunu tavsiye ile ademi merkeziyet için zamana ihtiyaç olduğunu söylemektedir.
Şimdi bu mektuptaki ifadelerden eyalet tavsiyesi çıkarılabilir mi sormak lazım. Ben Muhterem Badıllı’nın anladığı gibi anlamıyorum. Kürtlerin demokratik hakları konusunun idari yapılanmada eyalet sistemi ile çözüleceğine değil, bozulacağına inanıyorum. Üstadın “Asya’nın mahall-i saadetimiz olan sema-yı müstakbeldeki cinanı cehenneme döndürmek” dediği kapıya çıkacağını düşünüyorum. Bu meselelerin tartışıldığı dönemde Osmanlı Devletinin eyalet sistemi ile yönetildiğini Muhterem Badıllı da biliyordur. Yani o zaman eyalet sistemi yoktu da problem çıktı, eyalet sistemi gelince mesele hallolur diyemeyiz. O halde ademi merkeziyet kavramının içini biraz açmak gerekecek.
Üstadın bu meseledeki değerlendirmesini anlamak için o dönemdeki siyasi arka planı iyi bilmek gerekir. Üstad Said Nursi Devlet-i Aliye’nin çözülüş döneminde Jön Türklerin 1902 Paris Kongresindeki ayrışmasında merkeziyetçiliği savunan İttihat ve Terakki hareketi yerine temel hak ve hürriyetlere önem veren Teşebbüsü Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyetini tercih etmiş ve “Ahrarlar” diye bu hareketi desteklemiştir. Bu hareket ki meş’um 31 Mart vak’ası arkasından kapatılmış, 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak tekrar kurulmuş, istibdad döneminin hitamında Demokrat Parti olarak beyaz ihtilal olarak anılan milli iradenin zaferine imza atmıştır. Tüm bu hareketlerin programları incelendiğinde temel hak ve hürriyetlere yapılan vurgu dikkati çeker.
Mesela; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında “İdari ademi merkeziyet esası kabul edilecektir (madde:14)” ifadesi manidardır. Programların açılımı önemli olmakla birlikte ayrı bir bahistir. Bizi şu an ilgilendiren ademi merkeziyet kavramına geri dönecek olursak, bu kavramın iki türlü anlaşılış ve uygulanış şekli olduğu görülür. Birincisi siyasi ademi merkeziyettir. Bu kavram ucu federalizm ve bağımsızlığa kadar giden uygulamaların çıkış kapısıdır ve yapılanması ve müesseselerinin teşkili de ona göre olur.
Nitekim Osmanlı Eyalet sisteminde salyaneli olarak isimlendirilen bu eyaletler parçalanmada başı çekmişlerdir. Salyanesiz olan diğer eyaletlerden ise ancak Anadolu ve civarı parçalanmaya dayanabilmiştir. Oralarda da ne gibi oyunların döndürüldüğünü biliyoruz.
Diğer adem-i merkeziyet türü ise idari ademi merkeziyettir. İdari ademi merkeziyet üniter yapı içinde tesis olunabilir. Hele hele zaten kendisi bir eyalet kadar kalmış olan Türkiye’de eyalet mantığının oturacağı bir zemin yoktur. İdari ademi merkeziyetle merkeziyetçi yapılanmanın zararları ve eksiklikleri bertaraf edilebilir. Bunun basitçe manası, kamu hizmetleri yetki genişliği kaidesine göre halk iradesi ile seçilen mahalli idareler eliyle yürütülür, merkezi yapı temel vazifelerine döner. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus mevcut merkezi vesayet altındaki mahalli idare anlayışının terk edilmesi gerektiğidir. İdari yapılanmasını Bonapart Fransa’sına göre dizayn eden Türkiye orada ne olup bittiğine tekrar bakmalıdır. Avrupa’daki en merkeziyetçi devletlerden Fransa idari adem-i merkeziyeti üniter yapı içinde kurgulamayı Mitterant zamanında tamamladı.
Belki burada şu merak edilebilir. Bu iş Kürtlerin temel hak ve hürriyetlerine ne katkı sağlayacak? İstenildiği takdirde ayrılık dışında tüm hakları sağlayabilir. Ne diline, ne kültürünü geliştirmesine, ne de eğitim ve yayın hakkına hiçbir zarar vermez.
Abdulkadir Badıllı “Üstad Hazretleri 1922’de Sebilürreşad’da neşrettiği kendi makalesinde Kürtlerin aslı “Araplarla karabetleri hakaik-i tarihiyedendir” diyor. Yani Arap kavmiyle akrabalıkları tarihi bir gerçektir.” Sözünü nasıl yorumlarsınız. Şimdiye kadar yayınlanan fikirlerin tümünde Türk ile Kürtlerin aynı boydan geldikleri iddia ediliyordu. Oysa burada Kürtlerin Türklerle hiçbir alakalarının olmadığı ifade ediliyor ve Kürtlerin daha önce tarih sahnesine çıkmış Araplardan kopma bir ırk olduğu iddia ediliyor. Siz bu fikirleri nasıl yorumlarsınız veya Kürtlerin Araplarla akrabalıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ermeni Boğos Nubar ile Kürt Şerif Paşa’nın güya Ermenilerle Kürtler aynı ırktan geliyorlar safsatası ile İngilizler tarafından kullanılarak Doğu Anadolu’da tabi vaziyette bir Kürdistan ve esasta bir Ermenistan kurma hileleri karşısında Üstad Said Nursi Sebilürreşad’daki o makaleyi yayımlamıştır. Böylece Şerif Paşa’nın Kürtlerin temsilcisi olduğu iddiası bertaraf edildiği gibi, bir Ermenistan kurma ve Kürtleri de zaman içinde temizlenecek tabi bir millet yapma planı suya düşmüştür. O makalede İslam’ın, İslam kardeşliğine münafi olan kavmiyetçiliği ve ırkçılık davasını men ettiği ifade edilerek Kürtlerin bir millet olarak Ermenilere değil, Araplara yakın olduğu ifade edilmektedir.
Bu konu benim ihtisas alanıma girmemekle birlikte şu kadarını söyleyebilirim ki, Üstad Said Nursi ırk kavramının emperyalist güçler tarafından İslam âlemini bölme ve sömürme araçlarından en önemlisi olduğunu, bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini pek çok kere tekrarlamış ve hatta bu konuda bir risale bile neşretmiştir. Cumhuriyet dönemindeki ırk operasyonlarının bilimle alakasının olmadığını, ne amaçlar için yapıldığını söylemeye bilmem hacet var mıdır?