Ezan-ı Muhammedî

Yavuz BAHADIROĞLU

Türkiye’nin düşman işgaline uğramasını camilere çan takılması ve Ezan-ı Muhammedî’nin susturulması olarak algılayan Mehmed Âkif, Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine yazdığı meşhur “Bülbül” şiirinde şöyle kükremişti:

“Ne zillettir ki: Nâkuus, (çan) inlesin beyninde Osman’ın,
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlânın!..”
Ve kendisine ısmarlanan İstiklâl Marşı’na o hicran içinde ezanlı mısralar koymuştu:
“Bu ezanlar ki şahadetleri dinin, temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim, inlemeli.”
Âkif, bu şaheser mısraları yazarken, bir gün bu topraklarda Ezan-ı Muhammedî’nin susturulacağını, eski coşkunun hıçkırığa dönüşeceğini acaba hiç aklına getirmiş miydi?
Âkif’i bilemem, ama Cumhuriyet döneminin fikir babalarından Ziya Gökalp çoktan kararını vermişti: “Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını namazdaki duanın” diyerek ezanın Türkçeleşmesini savunuyordu.

15 Haziran (622) Ezan-ı Muhammedî’nin Bilal-i Habeşi tarafından ilk kez okunmasının, 16 Haziran (1950) ise Türkiye’de, 18 senelik elemli bir ayrılıktan sonra, Ezan-ı Muhammedî’nin tekrar aslına (Muhammedî kimliğine) döndürülmesinin yıldönümüydü.
İnsanlık âlemine ikram edilen “Yürek İnkılâbı”nın günde beş defa tebliği anlamına gelen bir dönüşümü hatırlamamak olmaz elbette. Bu yüzden gecikerek bile olsa bugün “Ezan-ı Muhammedî”yi konuşalım...

Milâdi Takvim 28 Ocak 1932’yi gösteriyordu. O gün, devletin resmi ajansının (Anadolu Ajansı) bülteninde “İstanbul mahreçli” şöyle bir haber geçti (Bugünkü dille, özet olarak):
“Yerebatan Camii’nde ilk defa ezan Arapça yerine Türkçe okunmuştur. ‘Allahuekber’ yerine ‘Tanrı uludur’ biçiminde Türkçeleştirilen ezanı minareden Hafız Yaşar duyurmuştur. Bugünden başlanarak İstanbul camilerinde ve sonra da kademe kademe Türkiye’nin bütün camilerinde ezan Türkçe okunacaktır.”
Hafız Rıfat Bey ikindi ezanını okumak üzere Fatih Camii’nin minaresine çıkıyor, ama o tarihe kadar halkın hiç duymadığı şekilde bağırmaya başlıyor:
“Tanrı uludur, tanrı uludur;
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim, bildiririm,
Tanrı’nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin felaha.”
(“Kurtuluş” anlamına gelen “felah” kelimesi ne hikmetse Türkçeleştirilmemişti).
“Namaz uykudan hayırlıdır (sabah ezanında söylenir)
Tanrı uludur tanrı uludur,
Tanrıdan başka yoktur tapacak.”

Bunun adı, “Türkçe ezan”dı. İlk denemeler yapılmış, halkın tepkisi ölçülmüştü. Fazla bir karşı çıkış olmayınca, aynı yılın 18 Temmuz’unda Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla bir genelge çıkartıp uygulamayı genelleştirdiler.
Bu genelgeye yer yer uyulmadığı anlaşılınca, 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların “kati ve şedid” (kesin ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir genelge daha gönderildi.

Halk yer yer tepki gösterdiyse de şiddetle bastırıldı ve susturuldu.
Türkiye, en masum, en haklı, en sıradan itirazların bile darağacında soluklandığı bir dönemden geçiyordu. Bazı tepkilerin bedeli candı! Korkudan sinmiş kitleler, büyük ölçüde sessiz kaldı.
Ezanı aslı gibi okumaktan çıkarmanın kılıfı, “Ne söylendiğinin anlaşılması”ydı, ama saklı amaç, o dönemin fikir babalarından Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” ismiyle yayınladığı hatıralarında ifade ettiği üzere, “dinde reform” yapmaktı.

Dönemin yarı resmi gazetesi Cumhuriyet, 4 Şubat 1932 tarihli nüshasında konuya “Türkçe” çerçeveli yaklaşıyor, “Türk dünyasının Tanrı’sına kendi bilgisiyle taptığını” yazıyordu.
Ezan gibi ezan yasaklanıp yerine Türkçe sözler bağırılmaya başlandıktan sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı, camilerde Türkçe ezan, kâmet, hutbe ve Kur’an okunmasının “günah” olmadığına ilişkin “fetva mahiyetinde” bir genelge yayınladı.

Başkanlığın ikinci genelgesi ise 18 Temmuz 1932 tarihliydi ve Atatürk’e atıfta bulunularak, Arapça ezan okunmasının kesinlikle yasaklandığı belirtiliyordu. O tarihten itibaren ezanı ve kâmeti Türkçe okuyanlar ihbarlandılar, izlendiler, fişlendiler, yakalandılar, zindanlara atıldılar.
Garip olan, bu yasağın Diyanet İşleri Başkanlığı genelgesine dayandırılması ve başka hiçbir kanun çıkarılmamasıydı.

Bu durum Atatürk’ün ölümünden sonra sorun çıkarmaya başladı. Bazı hocalar Arapça ezana döndü. Bunun üzerine Arapça ezan okumakta ısrar edenlerin cezalandırılması için, 23 Mayıs 1941’de bir yasa çıkarıldı.
Yasa, Arapça ezan okuyanlarla kâmet getirenlerin üç aya kadar hafif hapis ve 200 liraya kadar hafif para cezası (ki o dönemin fukaralığında on lirası olan zengin sayılırdı) ile cezalandırılmalarını öngörüyordu.
Bu yasa 1950 yılının 17 Haziran’ına kadar yürürlükte kaldı. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti nihayet bu yasayı yürürlükten kaldırıp “Arapça ezan yasağı”nı 18 sene sonra nihayete erdirdi.
Bu yüzden Başbakanını kurban verdi. Yassıada’da uyduruktan yargılayıp İmralı Adası’nda ipe çektiler.
Ezan-ı Muhammedî’nin ufkumuzdan söküldüğü tarihle (29 Ocak 1932), ufkumuzda tekrar çağlamaya başladığı tarihleri (17 Haziran 1950) asla unutmayın dostlarım, unutturmayın!

Vakit

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.