‘Ezeli Mağluplar’ ya da hakikate dair sözler

Şahin DOĞAN

“Ezeli Mağluplar” kitabı önemli tespitleri, bir arayışın duraklarını ve ürünlerini yansıtıyor. Anlattığı yazarın görüşlerine yönelik “güçlü tenkitler” yapmış yazar. Bu tenkitlerden hem yararlandım hem yararlanılmasını salık veririm.

Mücahit Bilici’ye yönelik eleştiriler şahsen hissiyatıma da tercüman oldu. İslam’ı, bizim ona inanmamızdan öteye başka bir değere haiz olmamakla nitelemek rahatsız edicidir, dahası İslam’ın gerçek nitelikleriyle bağdaşmaz. İslam’a “dışsal kriterler”le yaklaşmanın sonucudur bu tasavvur. Cemil Meriç’in kitapta iyi anlatıldığı söylenebilir.

Cemil Meriç’in Abdullah Cevdet’e yönelik olumlu bakışı eleştirilmiştir. Meriç’in İslam’a diğer dinlere baktığı gibi baktığı ve onu bir “hakikat paradigması” olarak görmediği kanaatindeyim. İslam için “masal” diyebilmesi bunu gösterir. Belki Meriç hakkında söylenenler ilgili yazıda Karakoç için söylenmeliydi. Yani dışarıdan bakma konusunda Meriç belirgin ölçülerde sorunlu bir keyfiyet arz eder.

Van Gogh’u “çağını aşan bir deha” olarak tanıtırken anlaşılır bir tespittir bu, ancak “yanlış zamanda yaşamış” olarak verilmesi sorunludur. Hiç kimse yanlış zamanda dünyaya gelmez. Çünkü tüm zamanlar bu anlamda aynıdır ve hangi zamanda dünyaya gelirse durum değişmeyecekti. Aynı yerde “melalden melankoliye geçemediğimiz” şeklinde farklı bir tespite de yer verilmiştir. Abidin Dino, Nazım Hikmet’e “mutsuzluğun resmini” çizdiğini söyler. Çünkü düşünceler zindanla cezalandırılıyor. Bu durum değişmedikçe Nazım Hikmet’in mutluluğun resmini çizme isteğinin yerine gelmesi mümkün değildir. Turgut Cansever hakkında “medeniyet kırılmaları karşısında yaşanan krizlerden nasıl çıkılacağını gösteren mimarideki son temsilcimiz” değerlendirmesi yerindedir. Ben de aynı görüşteyim.

Yaşar Kemal tanıklıklarla güzel anlatılmıştır. Cemil Meriç’in yazarın da dediği gibi “ölçüsü incelikle ayarlanmamış eleştirisiyle” ünlü romancıya haksızlık yapılmıştır. Ancak Cemil Meriç’in “biraz çok okusa, az yazsa!” eleştirisi belli ölçüde isabet taşır. “Yedi Güzel Adam”dan biri olan Nuri Pakdil, kişiliğinin önemli vecheleriyle yansıtılmıştır. “Sanat ile siyaseti, edebiyat ile eylemi şahsında birleştiren ender bir usta” şeklinde tanıtılarak hakkı teslim edilmiştir.

İsmet Özel “bir vicdan” ve “solda kalsaydı belki bir Nazım Hikmet oluvermişti” şeklindeki tespitler Özel’e hakşinas bir yaklaşım hassasiyetidir. “Huzur” romanının Mümtaz’ı, Tanpınar’ın daha sonra ifade edeceği gibi “Allah’ı bulamamasından dolayı delirdi” şeklindeki bakış dünyamızın içinden bir kabulü ifadelendiriyor. Mezkur romanın “huzursuzluğun romanı” olarak nitelendirilmesi önem arz eden doğru bir tespittir.

Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı’nı anlattığı makalede Şahin, önemli bir konuda okuyanları bilinçlendirmiştir. Bu makalede Muhammed İkbal’in bir kitabı tavsiye edilir ki, isabetli olmuştur. Dört Zindan’ın Benlik olanından bu eserin vereceği bilinçle çıkılabilir. “Benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım” diyen Sabahattin Ali’nin kahramanı Raif Efendi’nin bu tespitinde hepimizi bulur yazar. Yaşadığımız asıl hayatı kaçırmış insanlar olduğumuzu belirten yazarın bu bakışı oldukça dürüst olmuştur.

Ahmet Altan için “önyargılarından arınabilse o da Allah diyecek” derken “biz, biz kaldıkça “Deccal” yazarını anlayamayız” demek bizim de önyargılı olduğumuzu tespit ve kabul edişe çıkar. Bu durum aslında derin bir zihin probleminin ve daha doğrusu bir tereddüdün izhârı mahiyeti taşır. Fedakarlığı başkalarından beklememeliyiz doğru , ama her şeyden önce bu, “fedakarlık” olarak görülebilir mi?...

Ahmet Altan “Tanrıya inanmıyorum ama olmasını isterdim” derken Sartre’yle aynı “yer”de buluşur. Sartre’de “bir varoluşçu için Tanrının olmaması çok can sıkıcı bir şey” demişti. Bu durum yaratıcı ihtiyacının fıtriliği lehine bir tanıklıktır. Şahin, Altan’ın durumunu “asabiyet-i kavmiyye” olarak konumlarken bana kalırsa Altan’ı yeterince tanımamıştır.

‘Modern Dünyada Müslümanlar’ın yazarını “esaslı bir modernlik eleştirisi” ve “La (“hayır!”) diyebilen ender kalemlerden biri” olarak isabetle ve insafla nazara sunmuştur Şahin. Akif İnan hakkındaki Necip Fazıl’ın “Akif Urfalı değil, Urfa Akifli’dir” tespitini memnuniyetle okuruz. Yazar, Akif İnan hakkında “ne kadar övülse yerindedir” sözüyle tutumunu izhar eder.

Sezai Karakoç bahsinde “İslam davası tarih boyunca ulema tarafından temsil edilmiştir” derken Şahin Doğan kardeşim hem haklıdır hem de önemli bir meseleye temas etmiştir. “Aydın ve entelektüel tiplemesi ise modernlikle birlikte düşünce dünyamıza girdi” diyerek önemli bir hususu ifadeye koyar. Aynı makalede aydınların İslam’a “dışarıdan” baktıklarını söyler ki bu tespiti mesela Mücahit Bilici’ye uyarken Sezai Karakoç’a aynı derecede uyduğunu söylemek zordur. Gerçi Bilici konumu itibariyle Karakoç’la kıyaslanamaz ama “dışarıdan” bir bakışa sahiptir. “Medeniyet mütefekkiri” Sezai Karakoç’un, Akif İnan kadar takdir edilmemiş olması sanırım dikkatten kaçmıyor. “Romantik ve şairane serzeniş” tespiti adil olmasa gerek.

Necip Fazıl’ın yaşadığı metafizik ürperti bir alıntıyla verilir ve Necip Fazıl bu konuda emsalleri arasında en ileri seviyeye ulaşan bir konumda gösterilir. Bu tecrübeyi Necip Fazıl iliklerine kadar yaşamıştır. Varlığın azameti karşısında erime olarak tarif edilir metafizik ürperti olgusu kitapta. Yok oluş karşısında duyulan derin ızdırap “Bir Adam Yaratmak” adlı eserde ideal şekilde anlatılır. Garaudy’in “Entegrizm” illetine bakışını öğreniriz kitaptan. Mutlak doğruya sahip olduğuna inanan kişi ve yapıların patolojik ve sorunlu bir dünya kurduklarını söyler ki, oldukça önemli bir tespittir. Entegrizm çeşitleri de kitapta anlatılmıştır.

Atasoy Müftüoğlu tavizsiz bir itikadî bilince önem verişiyle tanıtılır. İnsaf ölçüleri içerisinde eleştirilerini de yapar: “İslam’ı kesin, keskin ve katı bir ideolojinin çerçevesine yerleştirmek” ve “tümellerde kalıp tikellere yanaşmama” olarak… Yazar Ali Bulaç’a olanlara üzülür. İslami paradigmaya dayalı çözümler sunmasıyla rakipsiz olduğunu belirtir. Ölçülü ve mutedil olarak tanıttığı Bulaç’ı “ama biraz kafası karışık” diyerek şerh koyar. Onu Fetö’cülerin mahvettiği kanaatindedir Şahin. Dücane Cündioğlu hakkında Yusuf Kaplan’dan bir alıntıyla: “Orada konuşlanıyor. Oradan bakmakla da ‘ora’nın hükümranlığını tesis etmiş oluyor“ diyerek doğru bir teşhiste bulunmuştur kanaatimce. ’Oradan’ kastı Batı’dır Yusuf Kaplan’ın.

Yazar, Elif Şafak’ın “içinden cin çıkartırcasına yazmak” tutumunda kendisini de bulur. Kitapta tarihçi Mustafa Armağan Osmanlı’yı abartan yönüyle eleştirilir. Bu konuda İlber Ortaylı’yı daha nesnel bulur Şahin. Nazan Bekiroğlu bağlamında yazar, “sanat sanat içindir” yaklaşımına karşı çıkar. Hilmi Yavuz’un ideolojinin lirik şiirin güzelliğini ört bas ettiği fikrine katılmaz. Çünkü Şahin, ideolojinin şiire efsun ve ruh kattığı görüşündedir ki, bu yaklaşım bir gerçeğin ifadesidir. Ancak şu var ki, “sanat sanat içindir” fikrinin bir dikotominin içinden bizlere tevarüs etmesi bu yaklaşımı beslemiştir. Sanat için olmayan sanat toplum için de olamaz. Karşıtlaştırılmış bir şekilde konuya yaklaşmamak pekala mümkündür. Şahin, ideolojinin şiire efsun ve ruh kattığını söylerken haklıdır ama muhataplarını eleştirirken isabeti yakalamamış görünüyor.

Orhan Duru’yu batan bir medeniyetin dirilişi adına tek kelimelik bile olsa bir katkısının olmayışını bir zavallılık olarak görür. Peride Celal’in ölümü karşısında edebiyat dünyasının kayıtsız kalışını vurdumduymazlık olarak mahkûm ederken yazar, duyarlı bir konumu temsil etmektedir. Vicdanlı kalmak ve ahlaki çürümeye karşı edebiyatı bir kale olarak gören Ali Çolak’la aynı görüşteyim. Şahin burada “edebiyatın öldüğü” fikrini paylaşır bizimle. Yusuf Kaplan’ın “sönmekte olan bir medeniyete ağıt yaktığını” ama yeniyi inşâ edemediğini savunur yazar. Şahin, Sadık Hidayeti “hazinenin üzerine oturmuş zavallı bir dilenci” olarak tanıtırken paradigmasına sadık kalmıştır. Ancak Şahin her zaman bu kıstasa sadık kalıyor mu? Bu soru bence önemli.

Senai Demirci’yi kitapta “Risale-i Nurların Şakıyan Bülbülü” olarak tanırız. “Bu insanlar kolay yetişmiyor” derken Şahin ahlaki hassasiyet zemininde konuşmuş olur. ‘Mustafa’ filminin kitapta yer alması isabetli olmuştur. Hüseyin Hatemi ve Yaşar Nuri Öztürk gibilerin kafaları karıştırdığı bir konuda, karşı cepheden birinin bu filmle tersi yönde bir anlayışı belgelemesi önemli bir işlevi tahmil ve ifa etmiştir. Altan Tan, Kürt Meselesini İslami bir çerçeve içerisine yerleştirme cehdinde bir kimlik olarak sunulur ki, yerinde ve doğru bir bakıştır. Cesur bir kalem olarak övülen Tan’ın üslubunu ise “ısırıcı” bulur sevgili Şahin. İslam’ın her türlü sorununa kendi şahsi sorunuymuş gibi sahiplenen bir hüviyette tanıtılan Selahaddin Çakırgil hakkındaki bu yargı kanımca da doğrudur. Ebubekir Sifil tarihsel ve modernist fikirleri/okumaları tehlikeli addeden bir kimlikte yer alır kitapta.

“Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim” anlayışındaki/duyarlılığındaki Marguez’u evrensel insani hislere hitap eden bir yazar olarak okuruz ilgili makalede. Klasiklerle ilgili makalede “her okuyuşta ilk kez okuyormuşuz duygusu veren” şeklindeki tasavvurla klasiklerin önemli bir veçhesine değinilir.

‘Yusuf Kaplan ile Nietzsche’nin Trajedisi Üzerine’ makalede Nietzsche’yi “bulunduğu yeri terk edemediği için hakikati bulamadığını” savunmuş Yusuf Kaplan. Şahin bu noktada bulunduğumuz yeri tayin etmek kendi elimizde mi? Diyerek “önemli bir soruyla” karşılıyor Kaplan’ın yaklaşımını. Ancak bu soru bir “farkında oluşu”izhar etse de Şahin’in referanslarıyla uyumlu addedilemez.

“Başkalarını kendimize çağırırken kendimiz hiçbir yere gitmiyoruz” demekle son tahlilde ne söylemiş oluyor yazar? Hâlâ ‘burada’ isek bu tespit yerimizle mutabık olmayacaktır. Bu bakış bir tereddüdü yansıtmaya yazgılı görünmektedir. Bu girift sorunun “yerimize” ilişkin bakışta düğümlendiğini düşünüyorum. Yusuf Kaplan ise bizi ümmileşmeye, akleden kalbe çağırdığını söylüyor. Bitmeyecek felsefi ve hayati bir mesele… Bu konuda Şahin’in soruna insancıl ve ahlaki yaklaştığını ama referansiyel bir duruştan uzaklaştığını söylemek durumunda kalıyorum.

Ebced ve cifir yoluyla üstat Said Nursi’nin Kur’an’da kendisine işaretler görmesini bir Risale-i Nur takipçisi olarak Şahin’in eleştirebilmesi kayda değer bir tutumdur. Seyyid Kutup’un aynı şeyi yapmadığını ilgili makalede okuyoruz. Bu da aynı değerde bir tespit. Risale hassasiyeti olan biri olarak yazarın bunu söylemesi ayrı bir öneme sahiptir.

Şerif Mardin’in “Türk Modernleşmesi” adlı kitabı için Cemil Meriç’in bir mektupla yaptığı değerlendirmesini konu alan yazıda kitabı “tefekkür hamlesi” olarak takdir eden Meriç, mektubunun bir “sevinç çığlığı” olarak görülmesini ister. “Kitabınızın dilini hiç beğenmedim” diyerek eleştirisini de yapar Meriç. Şahin kardeşim bu mektuptaki anlayış karşısında takdir hisleriyle dolar: “Görüyor musunuz” der “bir kitap nasıl tahlil, takdir ve tenkit edilir?” Özlemindeki ahlaki eleştirinin bir örneğini bulmanın sevincidir bu.

Önemli ve emek ürünü bir birikime dayanan kitabın kardeşim Şahin için sevinç kaynağı olmasını temenni ediyorum. Asıl dâva Allah’a hamdedebilmektir.

Abdülkadir Satış

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.