Çeşitli zaman ve zeminlerde, sohbetler ve derslerde "Farkında mısınız?" diye sorar ve her an iç içe olup da pek farkında olmadıklarımızı hatırlatmaya çalışırız. Bu sohbetlerin birinde dikkatler toplansın diye bir grup lise son sınıf öğrencisine "Arkadaşlar, insan olduğumuzun farkında mıyız?" diye sormuştum. Böyle bir sualle hiç karşılaşmayan gençler, yanlarına yörelerine bakmaya ve dikkat kesilmeye başladılar.
İnsan olduğumuzu biliyorduk doğru belki. Ama bunun çok da farkında değildik. Ya da ara sıra hatırlıyorduk. Veya hatırlayacak hâlimiz yoktu. Devamında sualimize "Kulağımızın farkında mısınız?" diye ilave ettim. Herkes kulağından tutmaya başladı. "Ya gözünüzün farkında mısınız" diye sorunca; bu sefer lisan-ı hâlleriyle hocam, desene biz kendimizi unutmuşuz, deyiverdiler.
Gençlere, yatağa yatarken, kalbinizi kime emanet ediyorsunuz, diye de hatırlattım. Sahi kime emanet ediyoruz? İnanalım, inanmayalım bütünümüz fıtrî olarak, başta vücudumuz ve çalışmasına bir dakikalık ara verince, hayatımıza mal olacak başta kalbimiz kıymettar cihazlarımızı kime teslim ediyoruz sahi? Bunlardan hangisinin sarfiyatının tedarikçisiyiz?
Bir zaman, uzman bir doktor arkadaş anlatmıştı. Midemizin hem de kendi cinsinden olan besinleri eritebilmesi için, bir günde salgıladığı özel suyun üretilmesi, trilyonlara mal olan bir masrafla karşılanıyormuş. Bu da dahil, vücudumuzda bir saniyede gerçekleşen binlerce sentez ve düzgün hareketten haberdar mıyız? Göz kapaklarımız da dahil, farkında olmadığımız o kadar çok şey var ki. Aslında insan oluşumuzun, rütbemizin, halife-i zemin oluşumuzun, bu geçici âlemde sabit olmadığımızın, sağlam ve ebedî bir âlemin bizi beklediğinin pek farkında değiliz. Nihayet, enva-i türlü nimetler ve bu nimetlerin hakikî sahibinin farkında değiliz.
Buraya kadar anlattıklarıma, Arabî Mesnevi'nin Şule'de geçen bir kısmı vesile oldu. Binlerle rızıklarla taltif edilen "dil"e dikkat çekildikten sonra, gelen can alıcı cümleye bakalım.
"Bu küçük cisim, nasıl da yiyecekler sayısınca tat alma cihazlarına sahip olmuştur. Eğer o dilin sahibi 'uyansa' ve farkına varsa, bu dil kendisine yerleştirilmiş o dillere, şu leziz nimetleri rahmetiyle tattıran Zât'ın lâtif nimetlerine karşı şükreder. Evet in'amın (nimetin verildiğinin) farkına varmak ve Mün'imin iltifatını derk etmek (anlamak) nimetten daha lezzetlidir."
Bir yerde dilin sahibi uyansa, deniliyor. Devamında farkına varsa, daha devamında ise, yine farkına varmak tabiri kullanılıyor. Uyuyor muyuz ki uyansak. Evet nimetlerin farkına varamadığımız zaman, uyuyoruz demektir. Evet, etrafımızı saran, bizi anlamaya, görmeye, tatmaya; yani varlıklarının farkına varmaya çağıran, binlerce güzellik çeşidine rağmen; bunların bizi tanıyan ve bize merhamet eden "Bir El" tarafından gönderildiğinin yukarıdaki ifadesiyle in'am edildiğinin farkında değilsek, uyuyoruz demektir. Hatta kendimizin bile farkında değiliz diyebiliriz. Bu unutma, unutmaların en fenası ve en zararlısı olarak Kur'an'da Haşir Suresinde "nefsini unutma" olarak tarif ediliyor. Bir yerde seyahat edenin, bu şehre niçin geldiğini unutmasını düşünebiliyor musunuz? Boş ve serseri olarak dolaşmaktan, yiyip içmekten, yatıp kalkmaktan başka elinden bir şey gelir mi? Kainatta bir "gaye ve maksat kanunu" var. Her yapılan, bir gaye için, her girişilen iş bir maksat içindir. Yazmak için üretilen kalem yazmazsa, atılır. Meyve vermeyen ağaç ise, kesilir. Zararına çalışan bir ticaret sürdürülmez.
Peki, "hayatımızın makinesinde yerleştirilen şu hassas cihazların, hissiyatların gayesi" nedir? Şu kâinattan her mevsim sayısız mahsulat alınıyor, tüketiliyor. Bundan maksat nedir? Kıymetli ve hem de sanatlı yiyecek ve türlü içecekler, sonuçta süfliyata dökülecek ve kocaman bir hiçi netice verecekse, her şey mânasız, "gaye ve maksat kanununa" zıt olmuş olmaz mı? Yani kâinat ve içindekiler, böyle bir maksat ve netice için olamaz. Bu aklen, vicdanen, merhameten mümkün değil.
İşte, bu maksat ve gayenin önce bilinmesi, anlaşılması; sonra nazarların o cihete yönelmesi, bir tek şeye bağlı. O da Cenab-ı Mün'im-i Hâkikinin (nimetlerin hakiki sahibinin) bize tattırmak istediği nimetleri tatmak, hissetmek, onların farkına varmak. Yani her şeyin başı, farkındalık. O farkındalık olmadığı zaman, yaratılış gayesi olan "şükür ve ibadet" de olmuyor. Ya da taklitte kalıyor. Nimeti tanımayan, onun ikram edildiğini farkında olmayan, ikram edeni tanır mı? Ona yönelir mi? Onun için, "in'amın farkına varmak, nimeti verenin iltifatını anlamak bir şükürdür, bir minnetdârlıktır" deniliyor. Yani yine farkındalığın kapısındayız.
Farkında olmayı, kıyasla anlayabiliriz. İsterseniz özellikle sabah namazı vaktinde, bir deney de yapabilirsiniz. Bunun için, şöyle mescidin yolundaki çöp kutularına veya teraslara göz atmak yeterlidir Oralardan beslenenler, hiçbir şeyin farkında değil. Öyle olmak ister miyiz? İstemeyiz ve değiliz. İşte bu, bir şükür ister. Mesela daha büyük bir kazan istiyorsanız, tuzlu sulu denizlerde beslenen balıklara da bakabilirsiniz. Onlar, deniz kazanlarında pişirilip bizim sofralarımızı atılırken bir şeyin farkında değiller. Farkında olmayanlardan olmamak için, farkında olmamız lazım.
Evet dostlar, bu "farkında olmak" öyle kolay bir şey değil. Biraz gayret, düzenli tefekkür, biraz da bu mânaları tekraren okumak istiyor herhalde.