“O rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri vardır."
Cemali görmek, kemalatı ilan etmek, sanatları görüp teşhirini derketmek, hünerlerini müşahade etmek ancak namazın fiilleri ile isbat edilir. Kıyam Fatiha, rüku ve sücud. İnsan bunlarla bulur vücud. Bu yüzden Fatiha çok önemli ve namazın efali çok önemli. Fatiha suresi inince şeytan şaşırmış, paniğe kapılmış. Nasıl inmiş bu büyük sure?
Sahih-i Müslim'de geçen ve Ebu Hureyre'den (r.a) nakledilen bir hadis:
"Yüce Allah: Ben namazı, benimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim, diğer yarısı da kulumundur. Kulumun dilediği kendisine verilecektir. Kul, Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun, dediği zaman, Yüce Allah: Kulum bana hamd etti, der.
Rahman ve Rahim'dir dediği zaman, Yüce Allah: Kulum bana sena etti der. Ceza gününün sahibi dediği zaman, kulum beni ta'zim etti der. Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz, dediği anda, Yüce Allah : İşte bu, ancak benimle kulum arasında bir husustur. Kulumun dilediği kendisine verilecektir, der. Kul: Bizlere doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerinin yolunu, gazabına uğrayanların ve sapık olanların yolunu değil, dediği zaman, Yüce Allah: Bu da ancak kuluma ait bir husustur, dilediği kendisine verilecektir, buyurmuştur."
Fatiha suresinin nüzul sebebi
Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Hatice'ye (r.a) :
-Ya Hatice, ben bir yerde yalnız kaldığım zaman bir ses duyuyorum. Vallahi bunun bir kötülük olmasından korkuyorum, dedi.
Bunun üzerine Hz. Hatice (r.a) :
- Allah korusun, Cenab-ı Hakkın sana bir kötülük yapacağını sanmam. Sen emaneti yerine getirir, akrabaya iyilik yapar ve sözü doğru söylersin, diye teselli etti. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Hatice (r.a) ile Varak'a gittiler, Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:
-Tenhada kaldığım zaman, Ya Muhammed, diye bir ses duyuyorum ve hemen korkup kaçıyorum, dedi. Varaka :
-Bir daha öyle yapma, ses geldiği zaman orada dur, ne söylediğini dinle, sonra gel bana haber ver, dedi. Hz. Peygamber eve döndü. Yalnız kalınca şöyle bir ses duydu:
-Ya Muhammed, kul bismillahirrahmanirrahim. Elhamdu lillahi...veleddallin, diye Fatiha'yı sonuna kadar okudu. Sonra Hz. Peygamber bu durumu Varaka'ya anlatınca, Varaka :
-Müjde ya Muhammed, müjde. Ben şehadet ederim ki sen Meryem'in oğlu İsa'nın müjdelediği zatsın. Sen Musa'nın namusu gibi bir namus üzerindesin ve sen Allah tarafından gönderilmiş bir nebisin. Sen cihada memur olacaksın" dedi. İşte bazı kaynaklarda Fatiha suresinin nüzul sebebi böyle açıklanmaktadır.
Hz. Ali (ra) "Ben Fatihayı bütün ömrümce anlatsam bitiremem" demiş. Ne kadar harika.
Rububiyetin temerküz ettiği, yoğunlaştığı ibadet namazdır. Çünkü bu kainatı ve dünyayı ihata eden sayılmaz fiillerin tamamının müşterek görüntüsü rububiyettir. Bu müşterek , ortak görüntü azamet ve haşmet ve onun parelelindeki sıfatlar ve fiillerle ifade edilir. Azamet ve ulviyet ve haşmetin karşısında onların kime ait olduğunu ve onları nasıl kabul ve teslimiyet gerektiğini anlatan insanın namazdaki kutsi davranışlarıdır.
Başımızı kaldırdığımızda bütün akli ve kalbi ve bedeni uzviyatımızı ihata eden bir büyük varlıklar kümesi ile karşılaşıyoruz. Bu azamet ve heybet görüntülerine karşı yapılacak ve alınacak tavrı Allah namaza yüklemiştir. Çünkü hiçbir varlık insandan başkası bu azamet karşısında tavır alamaz kuşlar bu büyüklük karşısında uçuşurlar, kendilerine verilen bu semavi azametli dünyada ama onu Subhanerabbiyel azim diye dile getiren ancak insandır, insanın yaratılış gayesi de budur, bu azamete ve heybete başını eğerek tutum sergilemeli.
Yavuz Sultan Selim, "Şirler pençeyi kahrımdan olurken lerzan" diyor. Aslanlar bile benim azametin ve kahrım karşısında titrerdi" der. Halifeliği İstanbul’a getirdiğinde o büyük azametli işi bir milleti bir ümmetin lideri yapan o ulvi vazifeyi alan bir şahıs olarak ümmetin karşısına çıkmak istemez, neden böyle yaptığı söylenince, “Ya bana da bir gurur gelirse" der. Çünkü kainatın sahibinin azameti karşısında onun yaptığı ancak mahcubiyet getirir. Helal olsun Yavuz Sultan Selim han sana. Ne milletmişiz yahu ümmeti Muhammed, bir faninin ölüm gününde ayağı kalkan ülkem yazık değil mi sana, ama sen layıksın yerine bir şey koyamadın, zorla da olsa ayağı kalk deniyor.
Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya
Yüz üstü çok süründün ayağı kalk Sakarya...
Üstad-ı sani kalkamadık ayağı, gel de bizi ayıpla belki utanır da ayağı kalkarız. Üstad-ı azim “beş yüz senedir yattığınız yeter” diyor.
Ya Resulullah ashabının karşısına çıkınca o fahri kainatın görüntüsü gözler önünde iken ashab ne yapıyorlardı? Ne sahne ama. Görmedik onları, ahirette eğer layık olursa o büyük görüntüyü ayağa fırlayarak başımız önde karşılarız inşallah.
Nabi, bir saygısızın Makber-i Nebi'ye karşı tutumundaki alaladelik üzerine;
"Sakın terki edepten makamı Mustafadır bu
Nazargah-ı ilahidir kuy-ı mahbub-ı hüdadır bu" der.
Kırkıncı Hoca "bizdeki büyük insanların adı semaya altın harflerle yazılmalı" derdi.
Girişte Rububiyetin icraatı ve azameti karşısında hamdeden insan, daha sonra rükuda başını eğdiğinde o azamet ve haşmet fiiller kümesinin karşısında çaresizliğini ve kabulden azamete teslimiyetten başka bir tavrının olmadığını anlar. “Subhanerabbiyel azim” der.
Ey büyük Alllahım ve Rabbim, bu koca kainatı ve birbiri içindeki alemleri bana hizmet ettiren azametinin ve haşmetinin kusursuz görüntüsü karşısında ben bu alemin emmuzeci olan küçük varlık ancak bana başımı sana ve azametine eğmek düşer, o eğmek arkasında azametin korkutucu ve kuşatıcı tesiri ile göz pınarlarım kan ağlamalı ama nerde...
Büyüklük, büyük sanat eserleri insanlara şaşkınlık vermiştir. Umulmayan, beklenmeyen veya olağanüstü bir olay, bir olgu karşısında şaşkın duruma gelmek, hayret etmek.
Azameti ifade eden, fiilleri sıralayan uluhiyetin fiillerinin sıralamacısı büyük Üstad’ın bu azamet şerhine karşı ne yapılır yani?
“Koca küre-i arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde ve mîzanlı ziynetinde ve zemin sayfasında üçyüz bin haşir ve neşrin nümune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatasız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir kalem-i kudret, bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmetle işlediği gibi; koca kâinatı bir hanesi misilli insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrâyı ona vermesi ve sair zîhatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdetti."
Azameti anlatan sayısız bahisleri buraya alsak metin nereye gider. İşte Subhanerabbiyel azim, bütün bu tavırlara karşı başını eğmektir, hissedersek ne harika bir tutumdur, rüku. Bütün kainat emrine başını eğdiği bir ilaha karşı haydi sen de başını eğ, küçük canlı!
İşte Rabbi Ala gel hayyalel sala ile günde kırk kere benim azametim karşısında başını eğ. Gelmemek, eğmemek ne mutsuzluktur, ne kadar kendine kötülüktür.
Bir de secdeye kapanırken teleffuz edilen ulvi kelimat var. Subhane rabbiyel Ala. Bütün bu büyüklük ve azamet karşısında rüku yetmez bir de başını secdeye koymak gerekir.
Bütün yukarıdaki anlatımlar azamet, haşmet ve heybet olduğu kadar ali, ulvi, yücedirler. Onları gören göz, şaşkınlığından başını secdeye koyar. Allah‘ı anlamak isteyen rüku ve sücud yapar yoksa ne kul olduğu belli olur, ne Allah’ın ilahı olduğu. Bu görüntüleri hafızayı kübraya göndermeyen nasıl haşrin pazarında görünüp neyi amel olarak gösterecek. Ne hazin!