Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(48)
Fatiha suresinin son iki ayetini namazların her rekâtında okuruz. Bilmem ki yalnızca tercüme bile olsa ne kadarımızın dikkatini çekmiştir. Orada ifade edilen “dosdoğru yol” nasıl bir yoldur? Hayatımızın bütününü ilgilendiren tarafı nedir? Diğer yollar hangi fikrin ve hangi davanın üzerinde durup uğruna savaş verdikleri iki yoldur?
Mademki namaz ibadetinin kaçınılmaz bir şartıdır Fatiha, o halde onda bir yolculuk etme gereği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu yolculuğu Bediüzzaman’ın gerçeği gün ışığına çıkaran o engin hayaliyle yapmamız daha iyi olur. Böylelikle Fatiha’nın sonundaki iki yolu yakından tanımış oluruz.
Yol tutmak bir seçim olduğuna göre, yine insanın duygu ve kabiliyetleri başrolü çeker. Lemaat’takinin orijinalitesini fazla bozmadan bu bölümü Asrın Adamı Bediüzzaman’ın bakış açısından dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Hayali bir gezinti
Ey emellerine tutkun kardeş! Hayalini ele al, benimle beraber gel! İşte biz kimsenin görmediği bir yerdeyiz. Etrafımıza şöyle bir bakarız. Çadır direkleri gibi yüksek dağların üstünde, karanlık mı karanlık bir bulut tabakası atılmış. Öyle kalsa neyse, zeminin yüzünü de kaplamış. Âdeta donmuş bir tabaka olmuş. İyi ki altı, yüzü açıkmış; oradan güneş görünürmüş.
Böylece biz, bulut altındayız; karanlık da oldukça bizi sıkıyor. Sıkıntı boğucu ve havasızlık öldürücü… Neyse, şimdi bizim için üç yol var. Aydınlık bir âlemi, bu hayalî yeri bir keresinde seyretmiştim.
Evet, bir kere buraya da gelmiştim; üç yoldan ayrı ayrı gitmiştim. Birinci yol ki; çoğunluk oradan gider. O bir dünya gezisidir. Öyleki istesek de istemesek de hepimizi yolcu yapar. Anlayacağımız bu yolda yolcu olmayan kimse yoktur.
Derken işte biz bu yoldayız. Yaya da gideriz. Ama ne oluyoruz? Baksana sahranın kum denizine, nasıl hiddet saçıyor, bize nasıl gözdağı veriyor! Şu denizin dağ gibi dalgalarına da baksana; o da bize kızıp kızıp duruyor! Neyse ki, elhamdülillah, öteki yüzüne çıktık; güneşin bize gülen yüzünü de gördük.
Çıktık çıkmasına ama çektiğimiz zahmeti ancak biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük. Ürkütücü bir yer ve buluttan damı da oldukça karanlık. Bu zifiri karanlıkta, bize kalbi parlatan ve ferahlatan aydınlık bir âlem lazımdır. Ama olağanüstü bir cesaretin varsa, birlikte gireriz bu yola ki, tehlikelerle dolu ikinci yolumuza ulaşmak için yerin altını deleriz ve o tarafa geçeriz. Fıtrî bir tünelden titreyerek yol alırız. Bir zamanlar ben bu yoldan seyrederek geçtim nazlanmadan ve ama dua ederek.
Fakat o zaman tabiat zeminini delip yaracak bir madde vardı elimde. Üçüncü yolun o mucizeli delilini Kur’an bana vermişti. Kardeşim arkamı bırakma ve hiç de korkma! Etrafına bak! Ha, şuradaki tünel gibi mağaralara, yer altındaki sulara bak; bizi geçirmek için ikimizi de bekliyorlar. Tabiat da, şu müthiş katılıkları seni hiç korkutmasın. Çünkü bu ekşi suratın altında merhametli sahibinin güleç ve tatlı yüzü vardır. Radyum gibi Kur’an’ın ışığıyla sezmiştim. İşte gözün aydın!
Aydınlıklı âleme çıktık. Şu nazlı zemine bak! Bu çok hoş ve şirin gökyüzüne de bak! Yahu başını kaldır ve bak! Bulutları delerek gökyüzüne uzanmış, yeryüzünü aşağıda bırakmış ve kökleri cennette, dalları dünyada olan Tuba ağacına baksana! Meğer o ağaç Kur’an imiş, dalları da her tarafa uzanmış. Aslında aşağıya eğilmiş şu dala bizi yukarıya çekmesi için asılmalıyız.
O göksel ağaç! Bir aksi de yeryüzünde en nurlu şeriat olmuş. Demek zahmet çekmeden bu aydınlık âleme çıkabilirdik; zahmet de bizi sıkıp durmazdı.
Madem yanlış gitmişiz; eski yerimize döner ve doğru yolu da buluruz. Bak üçüncü yolumuzdaki rehbere, nasıl da şu dağların üstünde bir doğan kuşu gibi duruyor! Üstelik bütün dünyaya ezan gibi bir duyuruyu da okuyor. Bak bu muhteşem tellala, Muhammed’ül- Haşimî’ye; insanlığı nurlu âleme davet ediyor. Bir de dua ve namazın da önemini belletiyor.
Bulutları delip geçmiş bu Allah’ın dağlarına bak, nasıl da gökyüzüne uzanmış! Bak şeriat dağına, ne güzel zeminimizin yüz ve gözünü süslemiş!
İşte gayret uçağıyla buradan çıkmalıyız. Hoş ve tatlı esen rüzgâr orada, güzellik nuru orada… İşte buradadır şerefli dağ olan Uhut gibi Tevhit! Dahası işte buradadır o kurtuluş dağı olan Cüdi-i İslamiyet; işte Cebelü’l-kamer olan her tarafı ışığa boğan Kur’an. O muhteşem kaynaktan lezzetli suyu, serin suları akıtan Nil nehri. Evet, yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. Dualarımız ise şu sözle sona erer ki, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!
Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkaralım, aklımızı başa geçirelim. Önceki gazaba uğramış ve sapıtmışların yolunun tehlikeleri çoktur. Oranın yazı-güzü hep kıştır.
O yolda, Eflatun ve Sokrat gibi yüzde biri kurtulur. Üçüncü yolsa kolaydır ve hem dosdoğru yolun da kendisidir. Orada kuvvetli zayıf eşittir; hiç kimsenin kimseye imtiyazı yoktur. Herkes o yoldan gider. Bu yolda en rahat olan da şehit ya da gaziolmak…
İşte sonuca geliriz. Evet, fen ve felsefe ile doyurulmuş akla mezhep ve meşrep o iki yoldur. Fakat Kur’an’ın hidayete götüren yolu, üçüncü yoldur ki bizi “sırat-ı müstakîm/dosdoğru yol”a ulaştırır.
Biz de hazır sona gelmişken, Fatiha’nın sonunda, “Allah’ım, bizi doğru yola ilet! Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan salih kulların yoluna ilet, azabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil!” diye dua edip “Amin” diyelim.