Yürüyebilseydi, bu kadar yakınıma gelebilir miydi? Tutsaydı ayakları, adım atabilseydi meselâ, gönlümüze bu kadar teklifsiz girebilir miydi? Kasları o amansız kıpırtısızlığa doğru eriyor olmasaydı, kaçıp gider miydi yoksa bizim gibi? Çağrıldığı yerden uzakta mı gecelerdi avuçları? Beklendiği köşelerden ıraklara mı düşerdi sesi, nefesi? Kalkabilseydi tekerlekli sandalyesinden, terk eder miydi tercihe en lâyık yerleri?
Köşesinde oturuyor Fatma. Buruk bir şiir gibi. Epeydir eski kapakları arasında mahcup bekleyen sahaf kitabı gibi. Dağ başında bir koyakta unutulmuş bir göze sanki. Dupduru. Zayıf. Ama kaynıyor. Akışıyor. Yolunu ancak garip aşıkların bildiği bir dağ evi gibi. Sadece kuşların bildiği adresinde. Oturuyor. İnsan aklının varlık üzerindeki duruşunu temsil edercesine...
Dini lüzumsuz bilgilere boğan, gereksiz ayrıntılarla bulandıran, kul ile Rabbi arasına çetrefilli cinnetler sokan, Kitab'ın duruluğunu tuhaf tekniklerle bulandırmaya yeltenen "çok bilmiş"gillerin Fatma'nın ümmiliğinden öğrenecekleri çok şey var... Utanmayı unutmamışlarsa, benim gibi yüzlerini yerde saklayacakları kesin. Çok şey bilmenin o metal kabını kırıp kalplerine azıcık nefes aldırabilirlerse, gözyaşlarının gecikmişliğine yanacakları kesin.
İstanbul'u tarif ediyor Fatma... Bin bir zahmetle, sadece bir kerecik geldiği İstanbul'un kalbine ilk görüşte giren o: "Çok sıcaktı. Bir de nem vardı. Sanki terliyordu İstanbul. Tabii ya, içinde Eyyub Sultan yatınca, Fatih'ler yatınca, sen olsan sen de terlersin..."
Tarif edemediğim o ses o sabah çağırınca, Berat (Demirci) hocamın közlenmiş mantarlı kahvaltısını bile gözden çıkarıp köyüne kadar vardık. Annesi karşıladı kapıda. Hiç şaşırmadı. "Biliyordum sürpriz yapacağınızı." dedi. O köşede, kitapları yanı başında, mealiyle okuduğu Kur'ân'ı başucunda karşıladı bizi Fatma. Nasılsa bilemez de ben de araya nasihat sokuştururum diye sorduğum sorulara verdiği karşılıklar, benim ve dostlarımın dilini bir anda felç ediverdi. Sustuk ve ağladık sadece. Konuşmaya mecalim olduğunda, Fatiha'dan açtım bahsi: "-'Din' ne demek Fatma?" "-'Borç' demek hocam." "-'Din günü' peki?" "-Herkesin borçlu olduğu gün... Herkes borç içinde. Her an her şey her şeyden borç istiyor, borç alıyor. Herkes borçla var oluyor. Ödünç yaşıyor." "-Öyleyse 'Mâlik' ne demek söyleyebiliriz artık..." "-Kimseye borcu olmayan. Herkesin borç aldığı. Herkesin varlığını ödünç aldığı... Asıl Sahip." "-Demek ki, kim kime ne veriyorsa hepsi O'ndan alıp da veriyor. Şu 'borç günü'nde hepimiz her teşekkürü O'na borçluyuz. Yani... Elhamdülillah..."
Bütün şarkıları yarım bırakıyor Fatma'nın sesinde saklı o yumuşacık bilgelik. Sözlerin hemen hepsi kuru kalıyor içine doğru kanayarak büyüttüğü hikmet deryasının yanında. O da bildiğimiz gençlerden işte. Tek farkı, yürüyememesi. Sadece 22 yaşında. Onlu yaşlarından bu yana giderek gücünü kaybeden kaslarıyla fiziksel olarak hızla yaşlanmanın dramını yaşamış. Önce ayak uçlarına basa basa da olsa yürümeler. Sonra dizlerinde zorlanmalar. Gençleştikçe ihtiyarlama. Çaresiz oturup kalma. Yaşı ilerledikçe aczin arttığı o ihtiyarlık günlerini gencecik yaşında tamamlamak nasıl bir duygu olsa gerek?
Ayrılırken, tembihledim. "Sana gelen herkese her gün sadece bir ayet bir de hadis anlatacaksın." İtiraz etmedi. Fırsat bulduğumda ben de alıyorum ayet ve hadis haberlerimi Fatma'dan. En son "Bugünkü ayetiniz Kevser Sûresi'nin hepsi olsun..." dedi. Fizik Tedavi seansını bekliyordu. Araya tarif edemeyeceğim tatlılıktaki o gülüşünü kattıktan sonra ekledi: "Benim Kevser'im annem! Ya sizinki?" Durdum sadece. Sustum. Göğsüme doğru iniveren soğuk hançeri bir yerinden yakalamaya çalıştım. Nasıl gafletti bu? Onca yıl oku oku da, bir kere olsun "Sana Kevser'i verdik..." diyen Rabbinin sözünü üzerine alınma... Neydi sahiden Kevser'im benim? Neydi?
Fatma'nın ziyaretine birlikte gittiğimiz sevgili dostum Ahmet Bulut, Hilal TV'deki Namazla Diriliş programında yayına bağlayınca en sık gördüğü rüyayı anlattı Fatma. Program konuklarını da seyircileri de gözyaşlarına boğan rüyayı belki ben hiç göremeyeceğim: "Namaz kılarken kıyama kalktığımı görüyorum hep. Uzun uzun kıyamda duruyorum. Namazı kıyamla kılınca kendini önce rükuda, sonra secdeye doğru küçülttükçe küçültüyorsun.. Öyle güzel oluyor ki... (O tatlı gülüşler giriyor araya yine.) Sanki Rabbim beni sevindirmek için rüyamda hep ayağa kaldırıyor..."
Söz verdim. Ben de kıyamlarımı uzun tutacağım... Hem sadece kalıbımı değil kalbimi kıyama kaldıracağım.
Zaman