Karıncalar Çiftliğindeki İnanılmaz Sır-1

Fatma Mebrure ŞENLER

Yazıma “evvel zaman içinde” diye başlamak isterdim ama bu masal değil, yaşanmış gerçek bir hikaye. Kurtuluş savaşı sıralarında cesur, mücadeleci bir gazinin, karıncalarla arasında geçen bir yardımlaşma. Bir hayatta kalma mücadelesi bu hikaye. Halk açlıktan, yoksulluktan, soğuktan kırılıp, ölürken; bu çaresiz duruma, çare olmak için sonsuz mücadele eden asil, korkusuz, zeki emektar bir askerin, bir Gazi’nin gözleri dolduran inanılmaz savaşını anlatıyor bu hikaye…

İç Anadolu’da coşkun akan Sakarya nehrinin kuzeye doğru kıvrıldığı yerde Mısır piramitlerine benzeyen konik bir tepenin üzerinde, 1200 yıllarında Selçuklu Veziri Nizam-ül Mülk’ün öğrencilerinin yaptırdığı masa kadar büyük taşlardan örülmüş ancak elli kişilik küçük bir sınıfın eğitim görebileceği, üstü kubbeli; harç olarak yumurta akı, keçe ve kireç kullanılmış küçük bir yapı vardır.

Merve işte tam bu kubbenin altında sormuştu ilk defa:

-Baba, bizim çiftliğin adı neden karıncalar çiftliği? Yoksa karıncaların saldırısına mı uğramış?

Merve’nin sesi kubbe altında çınladı.

Osman beyin gözleri buğulandı:

-Daha müthiş bir şey olmuş kızım, yanlız bunu babaannen anlatsın. Çiftliğe gidince ona sorarsın…

Yirmi dakika sonra Sakarya vadisine bakan tepelerden inip “Karıncalar Çiftliği”

yazan ahşap tabelanın altından geçtiler. Onları bir gün önce çiftliğe gelmiş yeğenleri Gazi ile Nilüfer karşıladı. Ellerindeki içi peynir dolu dürülmüş ekmekleri bölüştüler. Sonra çiftiği gezip oynamaya daldılar.

On yaşındaki Gazi babannesine çok düşkündü. Küçük Gazi babannesinin yanına koştu, dizlerinin üstüne çöküp boynuna sarıldı. Büyükanne Gazi’ye ancak birkaç saniye gülümsedi. Sonra kurumuş bir ağacın kökleri gibi boğum boğum olan parmaklarınnı dudaklarına götürdü… Ağarmış kaşlarını çattı:

-Susst!

Gazi, ancak o zaman büyük annenin uzattığı sağ bacağı yanındaki karınca yuvasını ve durmaksızın buğday taşıyan karınca sürülerini gördü.

Yaşlı kadın sol bacağını kırıp üstüne oturmuş, diğerini uzatmıştı. Yedi sekiz numara gözlükleri ile bacağının üzerinden aşıp giden, ara sıra taşıdıkları yükleri ile birlikte devrilen, sonra tekrar inip, yüklerini omuzladıktan sonra bir an önce yuvalarına varmak için yola koyulan karıncaları seyrediyordu. Gazi, nefesini tutmuş büyüknanne ile karıncalar arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyordu. Babaanne elini soktu. Bir avuç buğday çıkardı. Bakır rengi, meşin gibi avuçlarında buğday taneleri çok kıymetli nesnelermiş gibi duruyordu. Gazi’nin şaşkın bakışları arasında büyükanne, buğdayları karıncaların otoban gibi yaptıkları yola döktü. Karıncalar büyük annenin döktüğü buğdayları, aynı ciddiyet ve vakarla taşımaya koyuldular. Büyük anne eserini gururla gösterir gibi Gazi’ye bir daha baktı. Torunun ciddiyetle kendisini seyretmesinden keyif almış olacaktı. Oysa Gazi’nin zihni allak bullak olmuş, büyük annenin karıncalara ilgisine anlam verememişti. Gazi:

-Büyükanne bunlar tavuk değil, karınca. Bunu başkası görmesin, sonra senin için iyi düşünmezler. Bunu büyük anneye gerçekten acıyarak söylemişti. Büyük annenin, seksenbeş yılın buruşturup kat kat yaptığı göz çukurlarında; taptaze, dupduru bir çift gözyaşı, cevap olarak iner gibi, yanaklarına doğru süzüldü.

-Karıncayı tavuktan ayırabiliyorum çok şükür… Bunlar hep yalan oldu…

Nilüfer:

-Anlatsana büyükanne, nedir bu yalan olan şeyler?

Büyük anne uslu bir çocuk gibi, yüzünden yeniden beliren bir tebessümle:

-Eski bir masal oldu artık. Anlatsam kim inanır ki…

Bastonuna davrandı, gözlerine Sakarya vadisine dikip uzun uzun baktı:

-Süvariler şu dikmelerden sökün ettiler. Şu ağaran konak var ya! İşte paşalar, kumandanlar onun önünde at bağladılar. Bir tütün içimi oturdular. Sonra gittiler… Bizim askerler… Kumandanlar ise atlarını konağın önüne bağlayıp, aralarında heyecanlı konuşmalar yaptılar. Gazi:

- Büyükanne Karıncalar Çiftliği, ne demek? Karıncalarla aranızda ne geçti?

Büyük anne:

- Karıncalar bize yardım ettiler… Masal oldu şimdi…

Bütün torunları büyükanneye Karıncalar Çiftliğinin sırrını anlatması için yalvarınca, büyük anne çiftliğin tek toprak damlı yapısını gösterdi:

-Tandır odasına!

Hepsi odaya dizilmiş büyükannenin ne anlatacağını heyecanla bekliyordu.

Büyük anne nihayet anlatmaya başlamıştı.

-Yalan oldu şimdi… Biz eskiden öyle sanırdık ki erkekler yetişip, yirmi sene ölenlerin yirmi beş sene yaşayıp, savaşta ölür. Kadınlar da onları beklerken açlıktan, yoksulluktan ölür. Neyse, seferberliğe giden babalarımızı, dayılarımızı beklerken Yunan gavuru buralara kadar geldi. Biz o zaman kümbete saklandık. Sonra haber geldi ki, Yunan kaçtı dediler. Biz de tarifsiz bir korku ve acı içinde koşa koşa köye döndük. Arabalar, evler, damlar hala yanıyor, tütüyordu. Yaralı erkeklerimizin yaralarını sarmaya başladık. Şehitlerimiz de çoktu. Onların başında oturup yas tutmaya vaktimiz bile yoktu. Cenazelerimizi kaldırmak, yaralılarımızı iyileştirmek zorundaydık… Şehitlerimizi gömdük, namazları kılındı. Köydeki şifacılar yaralı erkekler için elinden geleni yapıyor, iyileştirmek için uğraşıyorlardı. O sırada Ürtek suyunun kıyısından ayağı sarılı bir adam ağır ağır geldi. Bu sizin gazi dedenizmiş. Savaşa ilk Balkan dağlarına askere gitmiş. Bir sürü cephede savaşmış. Arabistan’da esir düşmüş, nihayet serbest bırakılmış, gelirken bu sefer de yeni kurulan orduya gönüllü asker yazılmış. Olacağı bu ya, bacağından yaralanınca kumandan: “İster hastaneye git, ister köyüne git” demiş…

Gazi tekerlekleri havada arabaların at, hayvan leşlerinin kapladığı yoldan köye döndü. Silahı yoktu. Fakat üzerinde uydurma da olsa asker elbisesi vardı. Başında bir kabalak vardı. Çanakkale’de askerlerimizin giydiği başlıklardan… Şakakları, ensesi kırlaşmıştı, fakat uzaktan gören çocuk sanırdı. Çünkü saçlarını ağartan onbeş zalim yıl vücudunun çizgilerini bozamamıştı. Fakat en önemli özelliği, belindeki üç parmak enindeki kalın kayış ve uzun bir bıçaktı. Bu, süngü ile yatağan arası bir bıçaktı.

Gazi ne zaman oturacak olsa cebinden bileği taşını çıkarırıp, bıçağının ağzını bilerdi. Ateş mi yakacak, odunları bu ağır, kalın bıçakla keserdi. Toprak mı kazacak bununla kazardı. İki dizinin önüne çöküp, iki eliyle kavrayarak pek çok siper, pek çok mezar kazmıştı, savaş meydanlarında, bu uzun kasaturayla. Yanlızca mezar kazmak değil, süngü hücumlarında da çok iş görmüştü emektar kasatura…

Köyde Gazi’yi iki ihtiyar kadın tanıyabilmişti. Çünkü savaş yanlız erkekleri yok etmemişti. Kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar da açlıktan, soğuktan, salgın hastalıklardan kırılmışlar veya bilinmeyen yerlere göç etmişlerdi. Esma kadın, köy meydanında Gazi’yi görünce:

-Hey sarım, hey yiğidim! Biz seni yitip gitti, sandık. Gayrı gelmez bellediydik. Sonra ellerini açarak dua etti:

-Hey büyük Allahım! Gel yiğidim bize gel… Sizin ocağınız söndü. Hanenizde bir tek kişiniz kalmadı. Viran oldu evleriniz… Gel bizde birkaç gün dinlen

Gazi mahçubiyetle gülümsedi:

-Bir çomça (kepçe) ayranın var mı Esma abla?

Esma ablanın evine gittiler yarım saat sonra ayran hatta tereyağlı ekmek bile bulundu. Kendi köyünün ayranını içmeye kafasına koymuştu Gazi.

O ayranını içerken Esma kadın o yokken köyde neler olduğunu başlarına neler geldiğini, Gazi’nin ailesindekilerin nasıl öldüklerini anlatıp durdu. Gazi acı içinde anlatılanları dinledi, durdu.

O sırada iki gözü iki çeşme ağlayarak bir kadın geldi, anlaşılmaz şeyler söyledi. Meğer Gazi’nin geldiğini duymuş, koşarak gelmiş. Gazi’nin akrabası olan onüç yaşındaki Elif’in kendine yük olduğunu, onu doyuracak kadar ekmeği olmadığını anlatıyordu. Dışarıda boynu bükük duran kız, Gazi’ye sanki tanıyormuş gibi güldü.

Kadın Elif’i Gazi’nin bakması gerektiğini söyleyip duruyordu. Gazi ayağa doğruldu ve dudaklarından şu kelimeler döküldü:

- Madem uzaktan akrabamış, kızcağızın kimi kimsesi de kalmamış. Bakarım evelallah! Kadın çok sevindi, üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi, Elif’i bırakıp sevinçle evine yürüdü. Gazi, Elif’in ve kendi ölmüşlerinin ruhu için kısa bir dua yaptı. Elif’e gülümsedi. Tokatlar gibi ensesine vurdu. Elif pek gururlanmıştı. Evet toprakları, hayvanları, paraları olmayabilirdi, fakat bir akrabası üstelik savaşlardan gelen koskoca bir akrabasının olmasından dolayı çok mutlu olmuştu. Gazi kızı alıp, köyün kıyısındaki bir zamanlar oturduğu harabe olmuş evine doğru yürüyüp gitti. Önce vakit namazını sonra şükür namazını kıldı. Secdeye eğildiğinde, oturduğunda alnında boncuk boncuk ter birikiyordu. Belli ki bacağındaki yarası sızlıyordu. Özürlü olanlar oturarak namaz kılabilirlerdi. Beş altı kuşak öteden akrabası olan Elif, namaz arasında sordu:

-Niçin oturarak kılmıyorsun?

Gazi, Elif’in ebediyyen hayran kalacağı cümleyi söyleyiverdi:

-Allah’a acı çekerken daha çok yaklaşacağımı hissediyorum.

Namaz kılarken Allah’a yaklaşmak…Elif eski evliyaları düşündü…

Sakarya’ya dökülen küçük su bir kaç yüz metre uzaklıkta idi. Gazi, biraz sonra yırtılmış bir kalburun yırtıklarını bağladı. Bir değnek, uzun bir kırnapla küçük bir düzenek yaptı. Biraz sararmış ot ve saman, biraz da Elif’in kavurup yemek için tek tek topladığı buğdayı dökerek dört tane sığırcık kuşu tutuncaya kadar akşama kadar uğraştı. Elif kız, mantar toplayıp, getirmişti. Dere kenarında yeşil otlar, kuzukulakları, madımak gibi bitkiler ve mantar toplamışlardı. Akşam yemeğini viraneye dönen iki katlı evin tandır odasında yediler. Elif bu asker akrabasının pişirdiği yemeğin lezzetinin nereden geldiğini bir türlü anlayamadı. Yemekten sonra yalanıp, durdu. Gazi’nin küçük kızı korkutmamak için bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Fakat Gazi bu işi sözlerle değil, gülümsemekle beden dili ile yapıyordu. Elif sonunda süratle konuşmaya başladı. Erkekler savaştayken, çeteciler yarım çuval, bir çuval buğday vererek, bütün kadınlara parmak izi bastırıp, tarlalarını ellerinden almıştı. Elif, kendilerinin de bir şeyleri kalmadığını anlatmak istiyor, çetelerden korktuğunu, silahlı adamları olduğunu söylüyordu. Gazi’ye saatlerce anlattı. Elif daha çok anlatacaktı ama Gazi uyumuştu.

Ertesi gün Gazi, sabah erkenden kalkıp, kocaman bir kaplumbağa bulmuştu. Kaplumbayı, askerde öğrendiği şekilde tavuk keser gibi kesilebilecek yerlerini kestikten sonra kabuğunu da bir yere saklamıştı. Elif köyün diğer kızları gibi başak toplamaya gitti. Düşman ordusunun korkusundan başaklar toplanamamıştı. Tarlaların bir kısmı yanmış, bir kısmı da olmuş buğdaylar döküldüğü için toprağa karışmıştı. Başak toplamak işte bu toprağa dökülmüş buğdayların tek tek toplamak işiydi. Öğleden sonra mendilini buğdayla doldurmuş biraz da kuzukulağı ve madımak toplayıp, geldiğinde gözleri hayretle açıldı. Gazi, toprak çanakta ciğer pişirmişti. (Gazi kaplumağayı ters çevirip pişirmişti, bugün komanda askerleri hala aynı yöntemi kullanırlar. İri bir kaplumbağanın ciğerleri iki porsiyon yemek olabilir.) Gazi, kaplumbağanın kabuklarını gömmüştü. Kekikle tatlandırılmış bu yemek Elif’in çok hoşuna gitmişti. Kavurdukları buğdayda yanına katık etmişler. Karınlarını bir güzel doyurmuşlardı. Her şey çok güzel gidiyordu.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.