Gazi ve Elif yiyecek bulma umuduyla Sakarya kıyılarına inerlerdi. Gazi suya girip balık avlar bir yandan da suyun getirdiği kütükleri kıyıya atardı. Elif de onları toplayıp denklerdi. Bu kış yakacak odunları olacaktı. Eylül ortalarına geldiklerinde bütün civar köylüler, kışlık ve tohumluk buğday peşine düştüler. Özellikle çocuksuz aileler, dullar, yetimler Emin beyin çiftliğine koştular. Emin bey gerçek bir vatanseverdi fakat orduya Ankara’daki hükümete sürülerini vermiş, ambarlarını açmış, servetini zaten büyük ölçüde harcamıştı. Yine de ne yapıp, ne edip, hemşehrilerini boş çevirmiyordu. Elif, Emin beyden bir-iki çuval da olsa tohumluk almaları için Gazi’ye teklifte bulundu. Gazi sapsarı oldu. Kaşlarını çattı, öfkelendi:
-Ben, elim ayağım tutuyorken, gidip de kimseden bir şey isteyemem… Diye kestirip attı.
Elif üsteledi, Gazi ses çıkarmadı. Vakit sabahtı. Yağsız tarhana çorbası içiyorladı. Üstelik çorba tenceresinin neredeyse dibi görünecek kadar azdı tarhana… Gazi Elif’in söylediklerine değil, ima ettiklerine öfkelendi. Öfkelenmek, Gazi’nin halini tarif etmek için hafif kalırdı. Kudurmuştu adeta… Ağlamıyor uluyordu. Kıracak, dökecek bir şey arıyordu. Dışarı çıkarken Akçakız’a (atı) çarptı. Akçakız az kalsın yediği omuz darbesinden ölüyordu. Şahlandı. Kurtların hücumuna uğramış gibi isyan ederek, çifteler tekmeler savurarak yıkık avlu duvarını aşıp dört nala gözden kayboldu.
Gazi, Akçakız’ın ve Elif’in yalvarır gibi hüzün dolu bakışlarını üzerinde hissettikten sonra biraz sakinleşti. Akçakızdan utanmış korkudan bayılmak üzere olan Elif’e acımıştı. Ağlamak için çaba sarfetti ama beceremedi. Akçakız’ın yanına kadar gidip sarılarak sessizce ağladı. Gözyaşları atın gözyaşlarına karıştı. Ata binerek Elif’e:
- Şu çuvalları ver dedi. Elif korkuyla çuvalları verdi. Gazi şefkatle:
- Ben Bükler’e gidiyorum. Orası uzak olduğu için az başak toplamışlardır. Bu çuvallar dolmayana kadar asla gelmeyeceğim.
Yolda çetecilerin üç adamına rastladı. Adamlar gözdağı vermek ister gibi etrafında dolaştılar
“Nereye gidiyorsun, Gazi Çavuş tohumluk almaya mı?”
Gazi öfkesini gülümseyerek yenmesini becerdi. Adamlar:
-Tohum bulsan nereye ekeceksin, sizin tarlalar satıldı, biliyorsun… Gazi salağa yattı.
-Hele bir tohumluk bulalım da tarlaları da sizden kiralarız! Yürüdü. Atlılardan genç, orta boylu olanı:
- Sen kara sabanın başına geçecek ol biz de elbet eşek değiliz, yardım ederiz….
Gazi’yi kendi tarlalarında işçi gibi çalıştırmayı düşünüyorlardı. Köy ahalilerini böyle çalıştırıp, ürünün en az yarısını harmanda ellerinden alacaklardı. Gazi’nin uzaklaşmasına ses etmediler. Sadece arkasından gülüştüler. Gazi herkes gibi Emin beye doğru değil, kimsenin olmadığı dağlara doğru gidiyordu. Atla bir saat sürdü yol. Atlılara dalaşmadığına şükrediyordu. Bunların defterini dürmek lazımdı. Bir tek kasaturayla hepsini haklayamam diye düşünüyordu. Elif olmasa Gazi çoktan savaşırdı. Lakin ölmeden bu iş halletmeliydi. Belki savaştan sonra kumandanlar bu haksızlıklara el koyarlardı. Yer yer biçilmiş tarlalarda buğday başakları, hatta tek tek buğday taneleri görmek umuduyla atından indi. Eğilerek aramaya başladı. Çok seyrek de olsa toprağa karışmış buğday tanlerini toplamaya başladı. Yarım saatte kırk elli tane buğday ancak toplayabilmişti. Beli ağrıdı. Rastgele oturdu. Buğday tanelerini karıncalar götürmesin diye yeleğinin cebine koydu. Yılmıştı. Günde bir kilo bile buğday toplamak mümkün değildi. Bağdaş kurdu, belinden kasaturasını çıkardı. Biley taşıyla oynamaya başladı.
Akçakız ve Gazi gittikten sonra Elif’in içini tarifsiz bir korku kapladı. Aklına çetecilerin fedaileri geldi. Sabah öfkeli olan Gazi belki de bu şımarık adamlara saldırıp, başına bela almıştı. Elif artık bir saniye duramazdı. Eteğini dizlerine doğru sıyırarak Sakaya’ya doğru koşmaya başladı.
Gazi bir karınca yuvasının başına oturmuştu. Üç tarafı ırmağa bakan geniş tarlalara şaşkın şaşkın baktı. Son kalan mahsülü karıncalar götürüyorlardı. Karıncalar telaşlı, karıncalar inatçı, karıncalar güçlüydüler. Savaştan haberleri yoktu onların, işleri başlarından aşkındı çünkü…
Sakarya’nın çevirdiği geniş tarlalardan ibaret dünyalarında yaşayıp gidiyorlardı. Karanlık serin ve huzur dolu olmalıydı yuvaları…
Gazi böyle düşünerek kasaturasını karıncaların yuvasının girişine soktu. Olduğu yerde çevirdi. Yüzeydeki kurumuş toprak önce çatladı, Sonra kütürdeyerek etrafa saçıldı.
Karınca yuvasının ağzı biraz genişledi. Derinde nemli bir toprak göründü. Gazi, kasaturayı, devam edip, giden ana tünele sokup, tekrar çevirdi. Sonra beyninde aniden şimşekler çaktı. Kafasında sorular belirdi. Acaba bir karınca yuvasında ne kadar buğday vardı?
Tek bir yuvayı kazıp bakmaya karar verdi. Bir eğenin üçte ikisi kadar geniş, sağlam kasaturasının kabzasını iki eliyle sıkıca tuttu.Toprağı kazmaya başladı. İlk olarak içi alınmış, dışı kalmış buğday kabuklarına rastladı. Burası yuvanın çöplüğü olmalıydı. Sonra beyaz kurtçuklar, sonra yumurtalar en sonunda biraz önce oturduğu yerde, yani ters istikamette, üstelik yerin ancak iki karış altında, küçük bir depo dolusu buğday toprakla birlikte karşısına çıktı. Gazi buğdayları avuçlarına alıp, elini göğe kaldırdı: Dudaklarından şu kelimeler döküldü:
- Allahım sen hiç bir kulunu nasipsiz bırakmazsın…
(Orhan Seyfi Şirin’in Karıncalar Çiftliği adlı kitabından alıntıdır.)