Türkiye sivilleşme problemini çözdükçe ve demokrasi mücadelesinde cesur adımlar attıkça medeniyet yolculuğunda güçlü olmaya, yeni ufuklara doğru yol almaya devam edecektir.
Asker sorununu çözmüş, İslamiyet ile barışmış, güneydoğu problemini halletmiş ve yüksek standartlarda yeni bir Anayasaya kavuşmuş olan güçlü bir Türkiye tablosu hepimizin en büyük arzusudur.
Bunun için temel bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız var.
Çünkü darbeciliğin kalıcı zihniyet haline geldiği, çağı okuyamayan ve demokratikleşememiş toplumlar kaliteli yönetimler sunamazlar.
Çağın gerekleri militer yaklaşımların ötesinde bir durumu adres gösteriyor. 1909’da Serbesti gazetesinde askerlere yönelik bir makale yazan Bediüzzaman çağın yaklaşımını şöyle dile getirir: “Şimdi âlemde şecaat-ı akliye ve fikriye hükümfermadır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, 107)
Bugün ülkemizi en çok meşgul eden doğu ve güneydoğu problemi doğrudan militer zihniyetin yani Kemalizmin ürünüdür.
Evet güneydoğu problemi bir ciheti ile asayiş veya terörizm problemidir. Fakat mesele hiçbir zaman tek cepheli değildir.
Değerli Mümtazer Türköne haklı olarak Kürt problemini doğrudan “dil” problemi olarak görür. Fakat kaynağı ve üreticisi itibarı ile problem aynı zamanda bir “Kemalizm” problemidir.
Cumhuriyetin kurucu kadrosu uluslaşma ve laikleşme projesi ile hem Müslüman halkı hem de Kürt halkını ötekileştirdi.
Kemalist zihniyet ve ırkçı cephe, üreticisi olduğu Kürt probleminin tedavi yöntemi olarak da şiddeti ve inkârı önceledi.
1995 yılında geniş çaplı bir alan araştırması yaparak bir güneydoğu raporu hazırlayan Doğu Ergil şunları kaydeder: “Siyasal şiddet, tedavi edilmeyen bir yaranın iç ve dış nedenlerle “iltihaplanarak” bir süre sonra patlak vermesine benzer. İltihap, polisiye önlemlerle, yani yara sıkılarak boşaltılabilir. Ama enfeksiyon ortamı devam ederse, yeni bir “iltihaplanmanın olması, hatta yaranın kangrenleşmesi kuvvetle muhtemeldir. Yapılması gereken, yaranın niteliğini tespit ve ortamı sterilize etmektir. Tedavi, ancak bu koşullar yerine geldikten sonra başarılı olabilir.” (Kürt Raporu, Güvenlik Politikalarından Kimlik Siyasetine, 27)
Güvenlik endişesinin egemen olduğu devlet yapılanmaları premodern dönemlere aittir. Dolayısıyla salt güvenlik endişesiyle veya başkasının yokluğu üzerine kurulu siyasetlerin bugün geçerliliği kalmamıştır.
Bediüzzaman, zaman-ı salifte (premodern dönemlerde) yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde kuvvet ve cebrin hükümferma olduğunu, fakat tasallut-u medeniyetin zamanında (medeniyetin baskın olduğu dönemlerde) âlemin hükümranının ilim ve marifet olduğunu ifade eder.
Şöyle der: “Eskiden, hâkim şahs-ı vahid idi. O hâkimin müftüsü de onun gibi münferid bir şahıstı. Çünkü umurun besateti, taklit ve teslim vardı. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, Az mütehassıs sağırca metin bir şahs-ı manevidir. Şuralar, o şahs-ı maneviyi temsil eder. Fert, dahi de olsa, cemaatın ferd-i manevisine karşı, sivrisinek kadar kalır.” (Sünuhat, 107)
Bediüzzaman “cemaat” kavramı ile karmaşık cemiyet hayatın, “şahs-ı manevi” ile toplumu, “şuralar” ile de meclis ve emsali danışma/temsil merkezlerini kast ediyor olmalıdır.
Yapılacak olan yeni Anayasa Türkiye’nin en büyük sivilleşme adımı olmalıdır. Yeni Anayasada rol alacak olan komisyon üyeleri Bediüzzaman’ı bütün yönleri ile incelemelidir.
Heyet, Bediüzzaman’ın sivilleşme, din-toplum ilişkisi, din-siyaset ilişkisi ve Kürt problemi gibi temel meselelere ait yaklaşımlarını, teşhis ve tedavi tekliflerini konunun uzmanı kişilerle istişare ederek dikkate almalıdır.
Din, toplum, siyaset ve insan konularında tartışmasız bir otorite olan bu büyük düşünürün orijinal fikirleri hayata geçirilmeli, yeni Anayasanın metinleri ile somutlaştırılmalı ve hukuki metinler haline getirilerek yaşanılır kılınmalıdır.
Maalesef Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugüne kadar ki bütün Anayasaları premodern dönemleri çağrıştıran ve askeri yönetmeliklerden farklı olmayan metinler oldu. Bu Anayasaların çoğu ihtilallerin gölgesinde ve askerlerin emri ile hazırlandı.
Dolayısıyla bu anayasalarda çoğulcu bir yapıyı, çok sesli, çok renkli, çok dinli, çok dilli, farklılıkları zenginlik kabul eden ve çağı okuyabilen bir hukukî ruhu görmek mümkün olmadı.
İttihat ve Terakki’nin komitacı askeri kanadı, hem mozaik bir imparatorluğun (Osmanlı) yıkılmasına sebep oldular hem de bu yıkıntının üzerine tek renkli ve baskıcı bir ulus devlet (Türkiye) inşa ettiler.
İşte aynı komitacı kanat, bugüne ait bütün çatışmaların fitilini yakanlardır. CHP, bu komitacı kanadın siyasi versiyonudur.
Fakat yarının güçlü Türkiye’si tek renkli, sığ ve baskıcı olmayacaktır.
Hasretini çektiğimiz yarının Türkiye’si gerçek adaleti, mutlak hürriyeti ve evrensel hukuku gerçekleştirerek Eflatun’un İdeal Devleti veya Farabi’nin Fazilet Şehri” (Medine-tül Fazıla) olacaktır.
Said Nursi: “Devlet-i Aliye (Osmanlı), Medine-i Fazıla-i Eflatuniye olmaya sezadır” der.
Ben bu hakikatin bil mânâ Türkiye Cumhuriyeti devletine râci olduğuna inanıyorum.