Bazı ayet, hadis veya Risale bahislerini cımbızlayarak almak zaman zaman bizi onulmaz bir felaket sendromuna sürükleyebiliyor. Hani o imtihanın çok şiddetli olduğu, âhir zamanda yaşadığımız, kıyametin yaklaştığı ve her şeyin git gide daha da kötü olduğu sendromları Birçoğumuzun zaman zaman yakasına yapışarak hayatı, kendimizi ve her şeyi kötü gösteren karamsarlık.
Hislerimiz bazen bizi dinlemez olup çıkıyor. Aklımız her ne kadar bize doğru yolu gösterse bile, duygularımız genel gidişata kendisini bırakabiliyor. Çıkmaz sokaklar, ümitsizlikler, benden bir şey olmaz düşünceleri kafamıza, tüm vücudumuza hücum edip duruyor. Bütün vücudumuza diyorum, çünkü böyle zamanlarda her şeyimizle kısmi bir felç hali yaşıyoruz. İçimizden hiçbir şey yapmak gelmiyor, kaslarımızı uyuşmuş gibi hissediyoruz. Gözlerimizi kıpırdatacak, elimizi kaldıracak, bir işe başlayacak halimiz kalmıyor. Zaman zaman bu hale girip çıkmanın o kadar da kötü olmadığını, munkabızlık dediğimiz bu durumun yeni oluşumlara hamile olduğunu kabul ediyorum. Bizde yeni açılımlara vesile olan bu durumun bir nevi yeni hamleler için geri çekiliş olduğunu da düşünüyorum.
Ancak problem bu halin uzun sürüp, zamanla kişinin karakteri haline gelmesinde. İşte ben buna Felaket Sendromu diyorum. Bazen bizlerde ve arkadaşlarımızda devamlı bir memnuniyetsizlik hali arız olabiliyor. Ne yapılırsa yapılsın, sürekli şikayet edecek birileri veya bir şeyler buluyor, hayatı kendimize ve başkalarına zindan ediyoruz. Doğrusu bu şikayet ve memnuniyetsizlik hali bazen o kadar yoğun ve yıpratıcı oluyor ki, böyle kendimizin ve arkadaşlarımızın yanına bile yaklaşmak içimizden gelmiyor artık. Devamlı felaket sendromu olan karamsarlık, şikayet ve surat asmalar içinde yaşamak, hem bizim, hem de çevremizin hayatını karartıyor, çekilmez, bir takım zaruriyetlerden dolayı sadece katlanılması gereken bir insan haline geliyoruz.
Oysa başta her konuda rehberimiz olan o güzel Peygamberin (s.a.v) böyle insanları sıkıcı, korkutucu, ümitsizliğe sevk eden bir ruh haline, o büyük zorluklara rağmen asla düşmediğini görüyoruz. Zira; Kolaylaştın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin diyen, her halde yüzünden tebessüm eksik olmayan bir elçi idi O. Hem Rabbimiz Necm Süresinin 43. Ayetinde Güldürenin de ağlatanın da kendisi olduğunu söylüyor. Rad Süresinde de Kalpleri huzura kavuşturacak olanın Rabbimiz olup, kalplerin ancak Onun zikriyle tatmin olacağı anlatılıyor.
Zuhruf Süsesinin 70. Ayetinde de Siz ve eşleriniz sevinç ve mutluluk içinde cennete giriniz. buyuruluyor. Farklı Ayetlerde de iman edenlere bir mutluluk, ferah, genişlik, rahatlık olduğu müjdeleniyor.
İnsan bu dünyaya sadece mutlu olmak için mi gönderilmiştir? Elbette ki hayır. Asıl olan kul olabilmek, Rabbini bilerek, tanıyarak, Onun rızası dairesinde yaşamaktır. Ancak Bediüzzaman 20 Mektubun girişinde Allaha hakiki bir imanın, Onu tanımak ve bilmek ile süslendiğinde, muhabbetullaha ve onun da ruhani bir lezzete dönüşeceğini söyler. İmandan, ibadetten ve hayattan lezzet almanın, dolu dolu yaşamın sırrı da bu olsa gerek. Karamsarlık ve ümitsizlik içinde imanı yaşamanın pek mümkün olduğuna inanmıyorum. Onun yerine kendimizle, hayatla, kainatla ve çevremizle iman ubudiyet ilişkisi içinde dostça, kardeşçe yaşamanın; muhataplarımıza tebessümle yaklaşmanın, İmanın müşahhaslaşması olduğunu düşünüyorum.
Hem tacir ve kimyager olan Bediüzzaman Münazaratında bu tiryakları satılığa çıkarmış değil mi?
İman, muhabbet, sadakat, hamiyet, fazilet, ümit, meşru dairenin keyfe kafiliği, şevk .. Bütün bu zeminlerin üstüne de Lemeatında pratik hayatımızı güzelleştireceğimiz bir formul kuruyor:
Güzel gör, hem güzel bak; ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün; ta leziz hayatı bulmalı
Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Su-i zanla yeistir, saadet muharibi, hem de hayatın katili.