Allah, ilk insan olan Adem (as)’a esmasını talim etmiş, yani varlıkların isim ve mahiyetlerini öğretmiştir. Bu öğretinin sebebi, Adem (as)’ın yaşadığı dünyaya yabancılık çekmemesidir.
Said Nursi, talim-i esma gerçeğinin sadece Adem aleyhisselam ile sınırlandırılmaması gerektiğini söyler.
Kur’anın küçük hadiseler merceğinde geniş kanunların ucunu ders verdiğini söyleyen Bediüzzaman, istidat ve kabiliyet ciheti ile son derece donanımlı olan insana öğretilen sayısız ilimlerin ve kainatı anlamaya yönelik pek çok fennin “talim-i esma”ya dâhil olduğunu ifade eder.
Bediüzzaman’a göre, kainat Halıkının işlerini ve vasıflarını anlamak için insanlığa öğretilen herşey, aslında ‘Adem’e (as) isimleri öğretme’ nin tesir sahasına dahildir.
İşte, Hikmet bu anlama gayreti ile beraber başlamış olan bir faaliyettir.
Yaratılan varlıklardan ve kendi nefsinden hareketle Allah’ı ve onun vasıflarını anlamaya çalışmak “Hikmet”tir.
Kur’anın açık şehadeti ile hikmet, öncelikle peygamberlere nübüvvet ve ilimle birlikte verilmiştir.
“Hikmetin verildiği kimselere hayrın da beraber kılınması” Allah’ın “Hakîm” isminin gereğidir.
Öte yandan insanlık bazen, hayret ve merak ettiği şeylerin cevabını nübüvvetin dışında ve vahiyden kopuk yollarda aramıştır.
Bu ikinci yol çok dolambaçlı olup riskli ve tehlikelidir.
İşte felsefe geniş düzlemde bu kategoriye dâhildir.
Felsefe elbette tamamıyla vahiy’den kopuk bir alan değildir. Felsefenin içindeki doğrular mevcuttur ve bu doğruların tamamı nübüvvet menşelidir. Mürur-u zamanla ve nübüvvetin izleri silindikçe kalan kısım “şeytan kumandasındaki heva ve hevesin” ürünü bir bilgi posası olur ki, Üstadımızın şiddetle karşısında durduğu nokta burasıdır.
Felsefenin derinlemesine manasına ve kadim Yunan’dan günümüze uzanan çizgisine bakılırsa modern dönemlerin fikri arka planı iyi resmedilmiş olur ve dolayısıyla Risale-i Nur’un sıkıntılı alanlar karşısında sunduğu çözüm teklifleri daha iyi anlaşılmış olur.
Felsefe, “insanın kendi birikimleri ile elde ettiği bilgi”yi ifade eden bir kavramdır.
Felsefe, evreni, insanı, hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini, sebep, madde ve gaye cihetleriyle inceleyen fikri bir çabadır.
“Felsefe nedir? “ sorusunun cevabı aslında hiçbir zaman netleşmemiştir.
Fransız Filozofu Jules Lachelier’e bu soru sorulduğunda “Bilmiyorum!” cevabını vermişti.
Tarihin çeşitli dönemlerinde ve farklı medeniyet havzalarında yaşayan filozofların her birisi felsefeyi kendine göre tanımlamıştır. Filozofların tamamında, seleflerinin fikirlerini çürütmek ve onların enkazı üzerinde sistemini kurmak anlayışı görülmüştür.
Dolayısıyla filozof sayısı kadar felsefi tanımdan bahsetmek mümkündür.
Bu anlamda felsefe tarihi, birbirini nakzeden fikirler ve modeller mezarlığı görünümündedir.
Doğrusal olan tevhidi ve nebevi çizgi bu kaidenin dışındadır, çünkü orada birbirini tamamlayan halkalar bütünü var.
Felsefenin üç büyük otoritesi (Sokrates, Eflatun ve Aristo) felsefeyi şöyle tanımlarlar:
Sokrat: “insanın kendisini bilmesi.”
Platon (Doğu medeniyetlerinde, Eflatun): “Kişinin ölümü tercih etmesi, yani bedene ilişkin arzuların öldürülmesi. Ebedi ve külli varlıkların hakikatlerini, mahiyetini ve sebeplerini bilme çabası”
Aristo: “Sanatların sanatı, hikmetlerin hikmeti.”
Şu hakikati teslim etmek gerekir; felsefe, beşeriyetin bütününü içine alan bir düşünme tarzı değildir. Grekler’de başlar, Batı’da gelişir ve İslam dünyasında (Meşşailer aracılığıyla) yeni bir kavramsal çerçevede varlığını sürdürür, sonra ise önemini kaybeder.
Haftaya devam edelim.