Fenomenoloji, Husserl ve Tabiat Risalesi

Mustafa AKCA

Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlakvar. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâitirububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş“

**********

“Esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde bulunmayanı hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl yanında musaddaktır. Öyleyse, küçük bir zîhayatın cismini aktâr-ı âlemden toplamaya mecbur olurlar.

23. Lem’a

“Tezahür, tecelli, sebep, müsebbeb ve in’ikas” kavramları Klasik dinî literatürümüzün çok önemli kavramlarının başında gelir. Sıkça ve hoyratça kullanılan bu kelimeler, esasında inancı tarif ve çerçevelemede çok kritik anlamları yüklenirler. Öyleki, bu kavramların algılanmasında oluşan değişiklikler, bu kavramlara yüklenen çeşitli ve farklı manalar;varlığa, var olana, var ediciye, var edime, var oluşa, isim ve sıfatların işleyişlerine; devam, kesinti, değişim ve dönüşüme dair önemli yorumlar getiren düşünce ve felsefelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Varlık Felsefesi olarak bilinen Ontolojinin varlığa ilişkin sorgulamalarını geliştiren bir yöntem olan Fenomenoloji; modern bilimin yapısına uygun şekilde, metafizik alanın kavramları olarak görülen sevgi, aşk, merhamet gibi olabildiğince soyut kavramlar ile tezahür, tecelli ve in’ikas gibi bir kısım yarı soyut yarı somut sayılabilecek ortada kalmış mefhumları “somut” alana; incelenebilir, istatistiğe vurulabilir, deney ya da gözleme tabi tutulabilir bir formata çekme niyetindedir. Ontolojinin temel sorusu “Varlık ve Varoluş’un mahiyetleri nedir?” olarak ortaya konulabilir. Fenomenoloji, varlığın kabuğunu, “görüntüsünü/görüngüsünü” tartışarak Ontolojiye yardımcı olmaya çabalar. Yani bir betimleme yöntemi sunmak, Fenomenolojinin birincil hedefidir. Fakat her betimleme yeni tartışmalar açmak gibi müzmin bir sonuca gebedir. Fenomenoloji, yapısı ve hedefi itibariyle sanki Ampirizm ve Pozitivizm’in katı kurallarına mahkûm şekilde çalışmak zorunda kalan Ontolojinin yumuşak zeminini sağlam bir düzleme çevirmek veonun ikide biruç veren büyük açıklarını kapatmak için icad edilmiş bir yöntem gibidir.Ontoloji, fizik alanında kalmaya özen göstermekte; Fenomenoloji ise, Fizik ya da Metafizik alanın bile dışına taşarak; bu iki alanın form/biçim ve kural/kanunlarının alındığı bir kütüphane/bilgi bankası/varlık’ın saf alanı/(belki de) Kitab-ı Mübin’e atıfta bulunmaktadır. Kavramları sabit olan varlıklar, Metafizik ya da Fizik âlemlerinde ortaya çıktıklarında “raslantısal” olarak, bir düzen ya da kararlılıktan uzak şekilde “var/mevcud” olurlar. Husserl’ın Fenomenolojik Yöntemi, şaşırtıcı bir şekilde modern zamanlarda ortaya çıkan şekliyle tarihî ve insanî bağlamından koparılmış bilim denilen şeyin, tekrar kadim zamanlardaki bağlamına kavuşturulmasına yardımcı olabilir. Bu ‘rastlantısallık’, dini literatürde “Ezelde takdir olunmuş bir Kader’in, Kaza olarak ortaya çıkması ya da çeşitli vesilelerle Kaza haline gelmeyişi/vuku bulmayışı” durumuna benzerlik gösteren bir yaklaşım olarak görülebilir. Mevcut haliyle Fenomenoloji, henüz Materyalizmin etki alanından kurtulabilmiş bir görüntü arz etmemektedir. Zira Fenomenoloji, varlık’ın var olan olarak ortaya çıktığı me’haz’ı‘bilinç’ olarak tarif etmektedir. Sadece bilinçte bir karşılığı olan; bilincin yöneldiği, algıladığı, tarif ettiği, inandığı, araştırabildiği, hatırladığı, düşündüğü… şeyler olarak varlıklar vardırlar; bir yaratıcının onları öyle yaratmalarından dolayı değil.

Bir buçuk asırlık kısa bir geçmişi bulunan Fenomenolojinin “somutlaştırmaya” çalıştığı bütün kavramlar; esasında İbn’ül Arabi gibi Sufilerin çokça konuştuğu, Ortaçağ’ın Skolastik Üstatlarının içinde kaybolduğu, Hint Sufizminin ve Uzak Doğu Mistisizminin farklı tonlarda resmini çizmeye çabaladığı metafizik meselelerdir.Dinin devamlı olarak insanı soyut alanı anlamaya davet etmesi, materyalist karakterli felsefenin somut alana ısrarı her defasında bir hükümranlık savaşına dönüşmektedir. Zira ‘söz’e hâkim olanın her şeye hâkim olduğu tek canlı âlemi insanoğlunun cemaatidir. Aynı kavramları konuşanların aynı hedefleri ya da yönelimleri olduklarını söylemek için aceleci davranmamak gerekir. Birileri aynaya doğru koşarken kendine koştuğunu zannedebilir. Fenomenolojinin ikinci evresi olarak ortaya çıkan postmodern“Yapıbozum” yöntemi; varlığı ve varoluşu bozulup tekrar kurgulanan Legolar gibi katı ve vasıfsız bir şey olarak tanımlamaya kalkar.Bu ise, modernizmin önerdiği materyalist ve natüralist keyfiyetten daha ciddi bir fikir önermemektedir.

Varlık Problemi

Varlık dediğimizde, her zaman neden bir temaya hapsedilen bir şeyden; birdenbire asıl kendisi olandan olanca uzaklıkta bağ kurulabilen herhangi bir metadan bahsetmeye zorunlu hissediyoruz? Neden Varlık hep, kökenini anlamaya yöneleni kendisi hususunda ciddi bir“demans”a iten bir ‘şey’ olarak kalmaktadır? Varlığı, bir ‘var olan’ üzerinden gitmeden, anlam kaymalarına fırsat vermeden ve sürşarjlara uğramasına müsaade etmeden açıklamak mümkün değil midir? Varlığa ilişkin soru sormak; tarihin her döneminde, önce dudak bükülmek, bir adım sonrasında kendinde misin tavrıyla karşılanmak, daha da ısrar ederseniz izolasyon, tahkir ve tehcir ile karşı karşıya kalmak demektir. Bu onmaz sualin, ana rahminden çıkıp bir göğse sarıldığımız andan itibaren ruhumuzda meydana gelen bütün çalkantıların sebebi olduğunu söyleyebiliriz.

Bütün bu görkemine rağmen varlık, kavram olarak hiçbir şeyi dışarısında bırakmadığı için mefhumların en bütünleyici olanı, en tümeli ve tarifi mümkün olmayanıdır. Felsefi anlamda tarifi mümkün olmayan şey, ‘saçma’dır, boştur; fakat varlık böyle bir durum da arz etmez. Zira saçma,absürd ya da abes olan zihinde bir şeye tekabül etmeyen, biçimsel bir düzen içinde organizmaya yüklenmiş anlamı hastalıklı hale dönüştüren bir durum olduğu halde, varlık her seferinde organizmayı, düzeni ya da sistemi ifade eden bir karakter olarak zihinde belirir. Onun için, varlık aynı zamanda saçma olmaktan da uzaktır. Âlemde hem tarif edilemeyen hem de saçma olmayan olarak bilinen bir tek isim vardır: Tanrı. Yine bütün düşünce ve inanç sistemlerinde red ya da kabul edilen makamında olan, hatta agnostikler tarafından bile hakkında tarafsız kalınan tek figür Tanrı’dır.

Varlığın bir “var olanlar seremonisi” şeklinde tezahür etmesi, olay ufkunda gerçekleşir. Olay ufku, bizim “zaman” olarak imlediğimiz bir ortamı ifade eder. İster buna yaratılış diyelim isterse tesadüf ya da karmaşa; bu imleme, değişmeyen bir realite olarak devam eder. Giderek daha flulaşan bir uzam olarak olay ufku (yani zaman) halografik bir görüntü verir. Zaman, bize öyle bir alan sunar ki, sanki bir borudan zifiri karanlığa bakıyormuşçasına, borunun dışını göremez bir haldeyizdir. Borunun/olay ufkunun giderek küçülüp karanlık bir nokta haline gelmesi; zamanın biteviye devam edeceği hissini/görüntüsünü verir. “An” itibariyle biz, olay ufkunun hep en başında seyretmekte olduğumuzun çoğu zaman ayırdına varamayız. Devamlı adım attığımız, koştuğumuz halde hiçbir mesafekat edemediğimiz koşu bandındaki durumumuz gibi, hep “an”ı yaşamaktayızdır. Ön ve arka, üst ya da alt geri ya da ileri her an var olduğunu bildiğimiz şeyler olsa da biz bunların hiç birisine dâhil değilizdir. Biz bir konumdayızdır; işte o konum ”var olmak” durumuna tekabül eder.Ahmet Hamdi Tanpınar bunu şöyle şiire döker:  “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında;/ Yekpare, geniş bir anın/Parçalanmaz akışında.”Var olmak, hiçbir sıfatla açıklanamaz bir isim olmaya devam etmektedir. Bu konum değiştirmeler, “var oluş” olarak bizim “hayat” dediğimiz şeyi, geçmişi ifade eder.

Dilbilgisi açısından hiçbir sıfatın ona eklemlenmediği, kelimenin tam manasıyla saf ve katışıksız bir “isim” bulmak istersek;diğer hiçbir isim, bir nebze sıfata kaymaktan kendini kurtaramaz; belki iki istisna olarak “varlık” ve “tanrı/ilah” bunun dışında tutulabilir. Tanrının ve varlığın, dönüp dolanıp arada başka bir şey olmaksızın, pek çok nokta-i nazardan olduğu gibi, dilbilgisi açısından da yollarının kesişmesinin bir tesadüf olmadığı aşikârdır. Bu bakımdan hem en fazla anlaşılabilen hem de hiçbir anlam ifade etmeyen olarak güncelliğini koruyan bir sorudur “varlık nedir?” sorusu.“Düşünüyorum; öyleyse varım” diyerek varlığa ilişkin bir önerme sunan Hegel, ‘varlık’ı“belirlenimsiz, dolayımsız” olarak ifade eder. Çünkü bir dolayımı olmayan, belirlenimi bulunmayan, onu başkalarına gösteren herhangi bir sıfatı bulunmayan, bir müktesebata dâhil olmayan, saf ve katışıksız iki isimden birisidir‘varlık’. Biz mevcutlar ise, varlıktan, bir sıfata bürünerek var olan konumuna gelmiş ve bu devam ettiği müddetçe var oluşu devam eden var olanlarız.

“Var Olan” Açısından ‘Varlık’

Herhalde, temel olarak soruşturulması gereken soru “var olan nedir; Tanrı mı, insan mı, cevher mi, ruh mu?”Bunun, kavranması çok daha problemli bir yapı arz eden varlık meselesini anlamada daha pratik bir yol olması düşünülebilir. Var olan’ı açıklama hususundaki en önemli eksikliğimiz belki de elverişli bir terminolojinin bulunmayışıdır. Bu terminoloji, varlık ve var olan’la ilgili fethedilen her bir şeyle zenginleşiyor görünse de; geometrik olarak konuyu anlatmaktan ve anlamaktan uzaklaştığımızı da söylemek mümkün görünmektedir.

“Varım” diyen birisine “nasıl yani?” sorusunu yöneltmenin şaşırtıcı bir tarafı vardır. Lakin durum tam da böyle bir hal arz eder. Var olduğunu söyleyen kişi, esasında bir yer kapladığını, bir şeyin içinde olduğunu, “diğer” olarak tanımlayabildiği başka şeylerin farkında olduğunu anlatmak istemektedir. Yani var olduğunu söyleyen kişi esasında bir fiilden, edimden ya da isimden değil bir sıfattan bahsetmektedir. Peki, bu sıfat ne tür bir fail’e aittir?

Varlığa ilişkin problemde herhangi bir “var olan”dan başladığımızda; o var olanın çok daha gelişmiş bir formdan indirgenmiş bir “görüntü/görüngü” olduğunu anlarız. Mesela, bütün çiçeklerin güzelliklerinin ışıkla ortaya çıktığını biliriz. Var olan çiçeklerin varlığına katkı sağlayan bir varolan olarak güneş, çiçekte yansıyan ışıktan çok daha farklı bir formdur. Günışığı güneşin bu manada indirgenmiş bir formuna tekabül eder.  Peki, güneş nasıl bir şeyden indirgenmiştir?  Görüleceği üzere, var olan bir şeyden başladığımızda daha üst ve alt formlardan bahsediyoruz demektir. Bu vakıa mümkün oldukça, bir “mevcut” kavramı duruma içkin olarak yedekte bekliyor demektir.

“Varlık”a benzer şekilde, bütün isimler de esasında indirgenmiş formlarıyla âlemde deveran ederler. Mesela sevmek ya da sevgi bu dünyada bizatihi var olan bir meta değildir. Seven kişi, sevginin indirgenmiş bir formunu yaşamaktadır. Bu form her bir kişide farklı tezahür ettiğinden her bir sevenin sevgi tarifi de farklı farklı olacaktır. Bunun gibi, bütün isimlerin bizatihi katışıksız, indirgenmemiş halleri ancak “takdis” makamındaki bizatihi olanda bulunmaktadır. Var olan, varlık’tan indirgenmiş olandır. Bir kere var olduktan sonra artık varlık’a benzemekten sonsuz mesafede uzağa düşülür. Var olanın var oluşunun devamı, varlık’ın devamlı tezahürü ile mümkün olmaktadır. İndirgenmiş form, indirgenmiş olduğunu ya bizzat kendisi far keder ya da farkındalığa sahip başka nazarlar tarafından bu durum gözlemlenir. Zira güçsüz, eksik, kusurlu, fani, geçici, zayıf, iradesi kıt ve ümitsiz olduğunu göstermektedir. Var olan, kendisine ait hikâyesiyle varlık’a işaret eder. Fakat bu işaret edilen varlık, gösterge olma durumuna düşmüş ‘var olan’dan hep uzakta kalmaya devam eder. Varlık, kendisine yaklaşıldıkça orada bulunmayan; gösterildiği anda görünmez oluveren; kuşatılan âlemin dışında kalan olmaya devam etmektedir. Zira varlık, ‘var olan’ın keyfiyetinden çok farklıdır; öyle ki ikisini birbirine nispet etmek, kıyas-ı maalfârık/ilintisiz olanlar arasında bir kıyas yapmak demektir.

Var olmak, var oluş bir eylem midir? Var olmakla,‘var olan’ nasıl bir edimde bulunmaktadır? Var olmakla, bizzat bir var olanın bir önermesi, bir kastının bulunması gerekir. Ayrıca bir eylem, öncesi ve sonrası ile beraber anlık bir aktüalite olarak belirlenebilen bir takım süreçlerden oluşur. Öncesi olmayan bir eylem durumu için ya yoktur diyeceğiz ya da ezeli bir durumu ifade ettiğini kabul edeceğiz.

Görüleceği gibi, etken/gerçek bir fiilmiş gibi duran var olmak, esasında bir fiil olarak ele alınmaya pek uygun görünmemektedir; zira bir hareketi ifade etmemektedir. Fakat bununla birlikte, “hareket”‘varolan’ın var oluşunun bilinmesi için neredeyse tek göstergedir.Hareket kavramı, bir şeyin yer değiştirmesi gibi basit bir anlamdan daha fazla olarak Said Nursî’nin eserlerinde, çoğunlukla kâinatın icadı içerisinde “sebep ve vesilelerin, müsebbeb ve neticelerle birlikte mukarin olarak yaratılış enstantanesi”ni ifade eder. Bu enstantane, Modern Bilim tarafından “yaratılışçı gelenek”in tarifleri yerine ikame edilmeye çalışılan “tabiat” olarak isimlendirilir.

Wittgenstein, Tractatus’de, üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmak gerektiğini beyan eder.Lâkin şu var ki, biraz irdelendiğinde, bu sefer de konuşulacak bir şeyin kalmadığı ortaya çıkıyor. Üzerinde konuşulabilecek olanları konuşmak, keyfiyeten gerçek bir konuşma sayılmaz. Bistamlı Beyazıd’ın “aramakla bulunmaz, lâkin bulanlar, arayanlardır” dediği tam da bunu anlatmaktadır. Varlık, hakikat-i haliyle üzerinde konuşulamayacak bir durum arz etse de, konuşmayı yeğlemek esasında var olma durumuna denk düşer. Var olmak, ,var olanın başına gelmiş en büyük bir dert, en büyük bir bela, en büyük bir nimet, en büyük bir hikmettir. Var olmak, dar kapıdan geçmek ve geniş bir sahraya açılmak demektir. Zerdüşt’ün yola çıkışı, Kant’ın saçmalıyor görünmesi, sufinin yokluk tercihi… hepsi de varlığın bir formunda bulunmak demektir ki bu bize aranılan şeyin sonsuzluğuna delalet eder.

Varlığın ne olduğuna ilişkin soru akla geldiğinde, eş zamanlı olarak ‘aranılan şey’ de gündeme gelmektedir. Yani bu soruyu sorarken neyi merak ediyor; neyi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz? Bunu ortaya çıkarmak için kullandığımız enstrümanlardan olan çağdaş Bilimlerin sadece “ontik” soru sorma üzerine kurgulandığı söylenir. Fakat ontik yani “var olan”la ilgili her türlü çalışmayı yapabilen modern bilimlerin,maalesef ontolojik tarafa, “varlık”a ilişkin alana geçildiğinde, Materyalizm ve Natüralizm’i aşamama sıkıntısını çektikleri görülür. Modern dünya adeta bu iki alana, “var olan ve varlık” konularına Pozitivizm’in at gözlüğüyle bakmaktan yorgun düşmüş bir vaziyettedir. 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.