Fesahat, açıklık ve netlik anlamına gelen bir kelimedir. Fesahat, kelimede, kelâmda ve mütekellimde bulunan bir vasıf olup güzel ifade ve açık konuşmayı ifade etmektedir. Kelimenin tenafür-ü huruftan, garabetten ve kıyasa aykırı olmaktan salim olmasıdır.
Tenâfür-ü huruf, kelimenin dile ağır olmaması, telaffuzunun kolay olmasıdır. Yani kelimenin telaffuzunun kolay ve kulağa hoş gelmesidir. Kıyasa aykırı olmaması, dil kurallarına aykırı olmamasıdır. İfadelerin dilbilgisi kurallarına uygun olması gerekir. Bu da belâğatın gereğidir. Garabetten salim olması demek kimsenin anlamadığı ifadeleri kullanmamak anlamına gelmektedir.
Kelâmın fesahati, ifadelerin fasih olması ile beraber, cümlenin tenâfür-ü kelimâttan salim olması ve zaf-ı teliften uzak olmasıdır. Tenâfür-ü kelimat, cümlede kullanılan kelimelerin dile zor ve kulağa ağır gelmesidir. Zaf-ı telif ise kelimelerin nahiv, yani dilbilimi kurallarına aykırı olmasıdır.
Belâğat ise, sözde ve konuşmada amaca ulaşmak ve ifade etmek istediğini doğru ve tam olarak ifade etmektir. Belâğat hem kelamın, hem de mütekellimin vasfıdır. Kelamın, yani sözün belağati, bir ifadenin fasih, yani kusursuz olması, hem de muktezây-ı hâle mutabık olmasıdır. Yerinde ve zamanında konuşmak belağatin gereğidir. Muktezây-ı hal, yerine, makamına ve adamına göre konuşmak demektir. Mütekellimin belâğati ise, konuşanın meramını muktezay-ı hale uygun açık ve net olarak ifade etmesidir.
Konuşanın zevk-i selim sahibi, grameri iyi bilen, muktezay-ı hâli bilen, ortamı ve muhatabı tanıyan, kıvrak zekâya sahip olması gerekir ki, ifadeleri fasih ve beliğ olsun. (Dr. Nusrettin Bolelli, Belâğat, 20-21)
Belagat ayrıca güzel, tesirli ve pürüzsüz söz söyleme sanatı ve ilmidir. Bu ilim iki şekilde tanımlanmaktadır. Birincisi, sözün yapmacıktan ve zorlamadan uzak, kolay ve anlaşılır olmasıdır. Yerinde adamına göre söylenen söz beliğ bir söz sayılır. İkincisi de, tesirli ve duygusal olmasıdır. Bu ise ya kahramanlık veya duygularımıza hitap edecek şekilde olması gerekir.
Belagat, bir ilimdir ki güzel konuşmayı öğretir. Belagat ilmi de üçe ayrılır. Birincisi, Meânî denilen manaların nasıl daha güzel ifade edileceğinden bahseden ilimdir. İkincisi, Beyan dediğimiz, maksadı açık ve daha güzel ifade etme tekniklerinden bahseder. Üçüncüsü ise Bedî adı verilen sözü ifade ve anlam bakımından daha güzel söylemenin metot ve yöntemlerini belirler.
Bediüzzaman hazretleri belagatın yüksek tabakasından icazın ortaya çıktığını ifade eder. Belağatin ise, hasais ve mezaya, istiare ve mecaz üzerine müesses olduğunu belirtir. (Muhakemat, 63) Sözün fasih, açık ve seçik olması anlamındaki belağat sözün fasih olması yanında yer ve zamana göre yerinde ve zamanında ifade edilmesi anlamını da içine almaktır.
Yüce Allah Kurân-ı Kerimde Rahman olan Allah insanı yarattı ve ona beyanı öğretti (Rahman, 55:3-4) buyurarak beyanın ve belağatın insana has olduğunu ifade etmekle beraber beliğ konuşmayı da teşvik etmektedir. Edebiyatçılar belağatın teşbih, mecaz, istiâre, takdim, tehir, cinas, kafiye, mutabakat gibi edebî sanatları içine alan bir ilim ve söz sanatı olduğunu belirtmişlerdir.
Cahiliye döneminin sözlü edebiyatında belağatin ve fesahatin çok büyük yeri vardır. Kitabetin yaygın olmadığı bu dönemde ediplerin beliğ ifadeleri şiir ve hitabe tarzında zihinlere kolayca yerleşerek nesilden nesile dilden dile intikal ederdi. Bu sebeple fesahat ve belağata büyük değer verilirdi. İbnül-Muakaffadan (v. 142/759) başlayarak Câhız (v. 255/869) Kudame b. Câfer (v. 337/948) ve Rummâniye (v. 384/994) kadar belağat insanın doğuştan sahip olduğu kabiliyet olarak anlaşılmıştır.
Belağat, İbn-i Mukaffaya göre Sözü herkesin söyleyemeyeceği şekilde söylemektir. Câhız ise, lafızla mananın güzellikte birbiri ile yarışmasıdır. Rummaniye göre ise mananın güzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaşmasıdır.
Edebiyatta belagat çalışmaları Kurân-ı Kerimin icâzını çıkarmak ve ortaya koymak amacı ile başlamıştır. Kurân-ı Kerimin nüzulünden yaklaşık üç yüz sene sonrasına kadar üç yüz yıl edebiyat, tefsir ve kelam ilimleri ile beraber Kurân-ı Kerimin daha iyi anlaşılması amacı ile belağat üzerinde durulmuştur. X. Yüzyıldan sonra ise Arap olamayan pek çok milletlerden Müslüman olanlar çoğalmış, Arap olamayanların Kurân-ı kerimin icâzını anlamaları zorlaşınca Fesahat ve Belağat bağımsız bir ilim dalı olarak ortaya konulmuştur. Bu dönemde yetişmiş olan dilci ve edebiyatçıların çoğu tefsir âlimleri idiler. Fesahat ve belağat Kurân-ı Kerimin anlaşılması ve icazının ortaya konması için vazgeçilmez kaynaklarını teşkil etmiştir. Çünkü onlar Kurân-ı kerimi Arap dil ve gramerinin kurallarına göre ve belağatin kaidelerine göre yorumlayarak gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı.
Belağat konusunda eser yazanlar içinde en öne çıkan bilginlerin başında Sibeveyh (v. 180/796) ve Müberred (v. 285/898) gelmektedir. Daha sonra gelen müfessirler ve edebiyatçılar Beyanul-Kurân Meânil-Kurân İcâzul-Kurân Mecâzul-Kurân Müşkilül-Kurân İrâbul-Kurân Tevilü Müşkilül Kurân isimleri altında kitaplar yazmışlardır.
Asrımızda Kuran-ı Kerimin yedi vecihle harika ve kırk vecihle mucize olduğunu ispat etmek amacı ile Bediüzzaman tarafından telif edilen Mucizât-ı Kurâniye, İşaratul-İcaz ve Rumuzat-ı Semaniye isimli eser Fesahat ve Belâğatın en harika son örnekleridir. Bediüzzaman ayrıca Muhakemat isimli eserinin Unsurul-Belâğa bölümünde fesahat ve belağatın mükemmel örneklerini vererek bu sahada mükemmel bir açılım yapmış ve Belağat dalında mükemmel bir eser yazmıştır.