İnsan ömrü nihayetsiz bir Hayat Sahibi’nin “ Hayy” isminin “ tecellisinin bir gölgesi.”
Öyle bir “gölge” ki bu, “sırr-ı teklif”in ve “emanet rütbesi”nin iltizamı için “ izafi” bir hayatın sahibi olunması şart; insan bedeninin ve ruhunun türlü “maraz”lardan azâde olması da bir zaruret.
Ayrıca “Şâfi ismi hastalıkları istediği gibi…” hikmetiyle pekleşen bir zihin hamulesi de aynı neticelere kapı açmaz mı?
“İrade-i cüz’iyye”nin sarfı için bile “ İsm-i Hayy”ın tecellisine sahip olmanın şuuru, bilhassa “kendini insan bilen insan”lar için bir şeh-rah, bir anayol.
Motorlu vasıtanın ön camından pare pare görünen, üzerini terk etmek üzere olduğumuz Fırat Köprüsü’nden geçerken ve – direksiyon sallarken ne kadar temâşa edilebilirse, ancak o kadar- nehrin güneş altındaki parlak maviliklerine ve tesviye edilmiş sahillerine – şöyle bir- göz atarken, zihnimizden geçen mânaların hulasası sadece bunlar.
Ses cihazından gelen rahmetlik “Mustafa Özsoy” ağabeyin sesiyle okunan dersin umumi teması da buna mümasil.
“ Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür de şimşek gibi geçerken ‘ temürrü merren sehab…’ Ayet’ini okuyor. “
Ufak bir trafik aksaklığı yaşadıktan sonra, ucu Kargamış’a ulaşan tâli yoldan sapıyoruz. Yanına uğramayı düşündüğümüz yakının, içinden ancak “ ikram” nevinden bir atâ ile sağ kalınabilecek ve kaza yapmış otomobilin hurdasından çıkarılmış büyük oğluna “Geçmiş Olsun” ziyareti için yol alırken, şu Hadis dökülüyor dudaklarımdan; bilmâna elbet, evkamekal:
“Bu üç yerin dışında bulunmayın (mecbur olmadan bulunmamaya çalışın.) Bir müminin cenazesinde (veya cenaze evinde), hasta ziyaretinde ve kendi evinizde.”
Yanımda oturan “ arkadaş” baş sallıyor:
“Evet” diyor; “ hatırladım. O hadisi ben de dinledim. Ama o hadisin mâna zımnında, bulunulması gereken yerlerin başında mescitlerle Kur’an veya mânasının ders verildiği evlerin geldiğini anlamayan yoktur bildiğimce.”
Ziyaretine gittiğimiz tanıdığın evinin bulunduğu “yerleşim birimi”nin hemen girişindeki “yerin altını yerin üstünden hayırlı” bulduklarını temenni ettiğim masum mezarlık görününce, “İnne Lillah…” diyen gönlümüz, Fatiha-i Şerife terennüme başladı içten içe.
***
Bir anda hatırladım. “Geçmiş olsun.” Ziyaretine gittiğimiz gencin babasıyla daha üç hafta önce komşu ile gitmiştik. Yol boyunca baharın adım seslerini “yorum”lamış, “ Fenzur...” kelamıyla başlayan Ayet’in mânasının kâinat kitabına yazılmış halini temaşa etmiş, sonra da gülmüştük.
Akıllara takıldı; belli... Öylesi bir tefekkürle gülmenin ne alâkası var diye... Anlatayım.
Hikâye edilen bir rüyanın teviliydi bizleri güldüren.
Görmüşlerdi ki kocaman ve geniş pencerelerinden – anlatılması zor- bolca gün ışığı olduğu gibi müferrah salona düşüyordu.
O salondaki tek divanda, arkasında yastıklarla içerdeki bir kaç kişiyle hoş beş etmedeydi. Kitaplıktaki altın sarısı yaldızlarla parıldayan ciltler onlara nazar etmede; bizi okumaz mısınız diyen sessiz çığlıklarla...
“- İki günden beri biraz daha iyicesinizdir inşaallah...” diyen akranına bakıyor;
“- Çok şükür...” diyor; “ Yeknesak rahat döşeğinde geçen hayat hayr-ı mahz olan hayattan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır.” beyan-ı Üstadanesi hükmünce elhamdulillah.”
“ Öyle de...” diyen diğer dosta bakıyor “bir vatandaş”; “ Güzel güzel de, ya ortalıkta gezen zahiri mağlubiyetlere ne diyeceksin?”
“ Eserlerde izahı var zaten... 13. Lem’ada olacaktı ...”
Sohbet bu minval üzere giderken birden daire kapısı çalmıştı; biri gidip açtı, gelenleri içeriye buyur etmişti.
Üç delikanlı; ama üçü de “grand-tuvalet” giyinmiş. Modern elbiseleri ise yemyeşil; düzgün bağlanmış kravatları bile öyle.
Ellerine birer bond çanta; en öndeki açıyor ve içinden cildi tıpkı elbiseleri gibi, ama daha açık ve daha parlak olan kitapları çıkarıyor:
“ Gerçi siz eserlerden okumayı seçersiniz ama, bugünlük de böyle olsun.” diyor. “Bunlar genç nesil için kaleme alınan şerhler. Belki bize de faydası dokunur.”
Derse salavattan sonra, Fatiha-yı Şerife okuyarak başlıyor.
“ Bir vatandaş” itirazı basıyor “ Bizim adetimiz böyle değil.” diye... “ Biz dersin sonunda okuruz Fatiha’yı.”
Gençlerden ortada oturanı gülümsüyor.
“ Fatiha ne demek?” diye soruyor.
“ Açış- başlangıç demek.”
Bu sefer üçüncüsü atılıyor:
“ O halde?... Eğer sonuç demek olsaydı, o zaman en sonda okurduk.”
Dostum anlatılan rüyanın sonundaki izahı duyunca;
“ Yahu bunlar melek olmasın sakın?” deyince üçümüz de garip görüp, elimizde olmadan kahkahayı basmıştık.
***
“Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla kat'î bir surette isbat edildiği gibi; musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mayesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi haletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise vücuddur, vücudu ihsas eder. Vücud ise hâlis hayırdır, nurdur. Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymetdar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenetdarane müteveccih etmek ve Sâni'-i Hakîm'in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi, çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşâallah çabuk vazifesini bitirir gider. Ve âfiyete der ki; sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, âfiyetle kal.” ( Lemalar, 25. Lem’a, 19. Deva)
Bu satırları dinlerken diğer arkadaşın, Cennet Bahçesini andıran avludaki türlü meyve ağaçlarının yeşeren yapraklarını gösterdi.
“ Şu ağaçlar ne de zahmet çektiler kışın...” dedi; “ Üzerlerinden ne donlar, ne fırtınalar geçti; daları birbirini törpüleyecek kadar takır tukur sesler çıkardı habire. Neticede ne oldu; “ vücutpezir” oldu yaprakları, çiçekleri... Bir hocamız ne diyordu? Musibetlerin müminler için bir terakki basamağı sayılması gerektiğini buyur muyor muydu? Mümine musibet yollanır ki ya işlediği günahlar hemen temizlensin, ya manevi mertebesi yükselsin, ya da ikaz edilerek kendine gelsin... Müminin dışındakilere gelenlerin ise birer zecr tokadı olduğu zaten mâlum.”
İzaha ekleme yapmak zorunda hissettim kendimi:
“ Daha dün bir Hadis okudum” dedim; “ Sağolsun, Karabaşoğlu bir dergide nakletmişti. Resul-ü Kibriya Efendimiz’in (sav) bilmâna olarak şunu buyurduğunu aktarıyordu. “ Mümin devamlı olarak fırtına altında sağa sola eğilen bir bitkiyi andırır. Münafık ise hiç bir tarafa eğilmeyen, ırgalanmayan bir çam ağacını... O çam ağacı tamamen kesilip kaldırılmadıkça, hiç bir yana salınmaz. Trafik kazası yaşayan ve üç gün komada kalan kardeşimizin imanına da delil değil mi bu Hadis?”
“ He kurban, ne güzel dedin...” diyen babasından müsaade alıp kalktığımızda, her yaşayanın başına gelebilecek bu nevi hadiselerin, “kaldıramayacağımız ağılıkta olmaması için” duadaydı kalbim.
Caminin avlusuna adım atarken:
“ Adın gibi ne feyizli bir ziyaret oldu bu.” Dedim yanımdaki dosta. Bana dönen sünnet sakallı yüzü ışıl ışıldı; ya da bana öyle geldi.
Feyiz aramaya ne hacet; o senin içinde birader!
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.