“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir deni bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile aciz bir cebbar-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgamdır.”(Onikinci Söz, İkinci Esas)
Bu paragrafa ne zaman rast gelsem, hatta Sözler’i ne zaman elime alsam en az üç dört kez okurum. Okudukça etrafımda ve iç dünyamda dönen çarklarda şeytanın en sadık askeri olan menfi felsefenin parmak izlerini görürüm. Bu bölüm, her okuyuşumda, aklımda canlanan başka bir kareyle, sosyal hayatın ve dejenere olmuş fıtratlarımızın iğrenilesi yüzünü bana gösterir, ahirzamandan tüylerim ürperircesine korkutur beni.
Bu bölümde her ne kadar salt firavun tarif edilse de toplumda “muhafazakar” veya “dindar” olarak tanımlanan ben, kendi içimde bu bataklığa ait çamurlar, firavuncuklar görüyorum. Bunu nereden çıkardığımı da bu paragrafın hemen devamında, Onikinci Söz’ün Üçüncü Esas’ında bir paragrafta açıklayayım:
“Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar. Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyiddir.”
Dünyanın çivisi çıkmış der dururuz sürekli. Peki, nereden çıkmış bu çivi? Kim çıkarmış? Suçu dünyaya attığımız kadar kendimizin ne tahribatlar yaptığını hiç düşündük mü? Mesela güçlü olduğumuz zaman haklı hissediyor muyum kendimi? Bir iş yaparken bana getireceği kazanca, vereceği hazza mı yoksa Allah’ın razı olup olmadığına mı bakıyorum? Bu dünyada sadece eğlenmek için neler yapıyorum? Bugün ihtiyacım olarak gördüğüm ve sahip olduğum şeylerin kaçı eksik olursa ölürüm veya kulluğumu yapamam?
Kendimi sorgulama silsilesi devam ederken nefsimin bu sorulardan çok rahatsız olduğunu fark ettim. “İçimden gelen bir ses” gibi o firavuncuklar yoluyla bana zehirli oklarını göndermeye devam ediyordu: “Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Her dakika ibadet edemezsin ya, biraz kendine vakit ayır! Senin eğlenmeye, gezmeye hakkın yok mu?”
Ben kim oluyorum da dünyayı kurtaracağım? Ben kendimi kurtarmak derdindeyim, dünyanın sahibi var! Hem beni yokta var eden O değil mi? O istemeseydi dünyada “ben” olacak mıydım? Ne hadle ve cüretle kendime vakit ayırmayı hak biliyorum, benim varlığım bile bana bağlı değilken ve bana her anımı ibadet haline getirme fırsatı veren bir dine sahipken? Dünyadaki tek vazifem kulluğumu yapmak, Esma’ül Hüsna’ya ayine olmak ve kâinattan okumak iken “ben” nereden çıktım? “Ben” kimim ki güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyorum?
İç mücadelem tüm şiddetiyle devam ederken ve gücüm tükenmeye yüz tutmuşken firavuncuklara ve onların efendisi nefsime verilecek en güzel cevabı yine Risale-i Nur’da buldum:
“Amma hikmet-i Kur’an’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat azam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi azam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazıdir, selim, halimdir. Fakat Fatır’ının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Malik-i Kerimi ona iddihar ettiği uhrevi servetle mustağnidir ve Seyidinin nihayetsi kudretine istinat ettiği için kavidir. Hem yalnız liveclillah, rıza-i İlahi içini fazilet için amel eder, çalışır.”
Nefsime ve içimize virüs gibi yayılmış tüm firavun ve firavuncuklara cevaben son söz: “İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.”