Fırıncı abimden hatıram

Zafer AKGÜL

Gençliğimde Fırıncı abimi gıyaben tanırdım. Öncelikle Üstada börek yapma olayıyla. Çarşıdan un, şeker, yağ gibi malzemeleri nerelerden aldığını takip ederek zehirlemek için fırsat kollayan hafiyelerin varlığını hisseden Üstad, o havalide börekçilik yapan Mehmet Güleç abiye kendisi için güvenli şekilde gıda malzemeleri temin etmesi talebinde bulunmuş. Bu olaydan sonra Muhammed Fırıncı namıyla bilindiğini ve özellikle Risalelerin teksir ve basılması hizmetlerinde yoğunlaştığını sonraları Almanya-Amerika başta olmak üzere yurtdışında risaleleri yabancı dilde bastırıp hizmetleri beynelmilel hale getirmede en ön saflarda bulunduğunu bilirdim.

Sanırım 1978-79 yıllarıydı. Kayseri’de okurken, İGT teşkilatıyla buluşmak ve nur hizmetkarlarıyla tanışmak için Kayseri’den KGT üyeleri olarak İstanbul’a bir gezi düzenlemiştik. Medrese-i Nuriyeleri dolaşırken Nurtaşı dersanesine de uğradık. Orada  Adıyaman İmam-Hatip Lisesinden öğretmenimiz ve nurları bana ilk olarak tanıtan –Allah uzun ve hayırlı ömürler versin- Vehbi Vakkasoğlu hocamla karşılaştık. Vehbi hocam hayatta en sevdiğim ve Nurları bana tanıttığı için hep minnettar olduğum şahsiyetlerden biriydi. Yıllar sonra onunla karşılaşmanın şaşkınlığını ve özlemini yaşarken yanında olgun yaşlarda bir ağabey daha vardı. Fırıncı abi, diye tanıttılar bize. Gerçekten fitrî mahviyet ve tebessüm dolu çehresinden o anda çok etkilendim. Tevazunun zirvesini ben kendi hesabıma Fırıncı abimde müşahede ettim. Bizlere iltifat etti. Zaten genel vasıflarından biri de gençlere ve çocuklara iltifat etmesi ve onların seviyesine inebilmesiydi. Bu hali bende hayranlık uyandırmıştı. Munis ve beşuş çehresi hep aklımda yer etti. Sünnet üzere uzun saçlı olması da dikkatimi çeken bir özelliğiydi. Çocukluğumdan beri hep uzun saçlı olmak isterdim ve maalesef hem okulda, hem çevremde 3 numara traştan ötesine müsaade edilmezdi. Uzun saç konusunda ayaklarım yere basmıştı onu böyle görünce. Bu tanışmanın etkisiyle gazetemize “İstanbul’da bir an-ı seyyal” başlıklı bir yazı yazmıştım.

İkinci kez  görüşmemiz de şöyle olmuştu. 1986 yılı Temmuz ayında bacağım kırılmıştı. Alçılar içinde yatarken hangi mübarek (!) kardeş ziyaretime gelse beni teselli için “Geçmiş olsun. Allah şifa versin. Günahlarına keffaret olur” diyorlardı. Bu keffareti şeddeli söylerlerdi. Bu kadar günahkar olduğumu doğrusu o mübareklerin ağzından şeddeli “F” harfiyle duyunca maddi hastalığımdan ziyade günahkarlığıma üzülmeye başlamış ve moralim bozulmuştu... “Yok mudur fereç verecek, moral aşılayacak biri Ya Rabbim?” diye içimden feveran ettiğim bir zaman, nereden ve nasıl rast geldiyse o esnada Adıyaman’a hizmet toplantısı için teşrif eden Fırıncı abi hasta olduğumu duymuş ve ziyaretime gelmişti. Kapıdan içeri girer girmez, selam verdi. Böylesine büyük bir şahsiyet benim gibi günahkar bir kulu ziyarete gelmişti. Şaşırmıştım bu ani gelişine. Bunu iyileşeceğime bir işaret saymıştım. Yanı başıma oturunca “Geçmiş olsun, Allah şifa versin!” temennisinden sonra “Bu hastalıkla senin derecen yükselecek!” deyince  sevinçten derin bir oh çektim. ”Abi her gelen diyordu ki günahlarına kefaret olur. İlk defa siz, derece yükselmesinden bahsettiniz. Allah razı olsun” dedim. Bunun üzerine kendine has  tatlı tatlı tebessüm etti. Gülünce kesik kesik gülerdi. Usulca ve edeplice. Dua etti ve ayrıldı. İçime ümit, yüreğime serinlik bırakıp gitti.

Neredeyse bir yıla yakın zaman zarfında iltihaplı kemik hastalığım iyileşmemiş, kırık bacak kemiğim de kaynamamıştı. Gaziantep, Ankara İbni Sina hastanesi gibi hastanelerde de yattım. Ama iyileşmekte inad ediyordu bu maraz. Son çare İstanbul’a gitmeye karar verdik. Bacağım belden itibaren alçıda olduğu için sedyelerle otobüse bindirildim ve güç bela İstanbul Fatihteki İGS üstündeki dersaneye getirildim. Ömer Şahin, Cevher İlhan gibi can kardeşlerim benimle ilgilendiler. Bu arada geçmiş olsun temennisi için beni arayan Yavuz Bahadıroğlu abim Can Kardeş dergisi için bir şiir yazmamı istedi. “Çocuksu” isimli şiirimi o halde iken yazdım.

Birkaç gün sonra da Fırıncı abim ziyaretiyle beni şereflendirdi. Kendisi dersanelerde nur talebeleriyle çorbaya kaşık sallamakla yetinirken misafirlerine mükemmel yemeklerden ikram ederdi. Paket içinde getirdiği tavuk şiş kebabının tadı hala damağımdadır. Bir kaç güne kadar tanıdık, branşında usta bir ortopedi profesörü ile görüşüp Çapa Tıp Fakültesi hastanesine yatırmaya çalışacağını söyledi.

Gerçekten birkaç gün sonra bahsi geçen hocanın muayenesine gittik. Hoca, önceki röntgen filmlerini ve raporları gördükten sonra sonunda beni hastası olarak kabul etti. Hastaneye yatırma kararı bende adeta bayram sevinci yaşattı. Böylece Fırıncı abinin tavassutu ile iyileşmesi imkansız hastalığımın tedavi süreci başlamış oldu. Bir kaç ay tedavi ve ameliyattan sonra taburcu edildim. Bir yıl zarfında, doktorların “Öldürmez ama süründürür” dediği hastalığıma rağmen kaynamaz denen kemik kaynadı. Fırıncı abimin benim için hususi dua ettiğini hissediyordum. “Sen ne yaptın da iyileştin? Bizim 7-8 sene boyunca iyileşmeyen hastalarımız var” diye soran doktorlara “Ben de bilmiyorum. Yalnız ziyaretime gelen herkesten dua istemiştim. Sanırım bunların içinde biri vardı ki duasını Rabbim geri çevirmedi” cevabını vermiştim. Bu arada hastalığımdan şifa bulmam için yazdığım “Münacaat” şiirimi Mekke’de Abdulhamid Doğan ve Said Özadalı ağabeylerimin ricasiyle rahmetli Bekir Berk abimin Kâbeye müteveccihen okuyup bu acize dua ettiğini de burada eklemeden geçemeyeceğim. Allah Bekir Berk abiye de gani gani rahmet eylesin. Mezkur ağabeylerime de Allah uzun ömürler versin.

Sonraki yıllarda Fırıncı abimle bir Van mevlidinde karşılaştık. Yine aynı ilgi ve sevgi. Yanında Selahaddin Akyıl abim de vardı. Oturduğumuz odaya Van yöresi üzümünden getirilmişti. Bir tabak üzümü önüme sürdü yemem için. “Abi bana üzümü kendi ellerinizle verin” ricasında bulundum. Kırmadı beni ve bir salkım üzümü bana mübarek elleriyle ikram etti. Ben de şifa ve ilim niyetine afiyetle yedim.

Her bayramda ve kandil gecelerinde telefon açardım kutlama ve tebrik ile ellerinden öptüğümü söyler, çocuklara dua etmesini istirham ederdim. Sesimi duyar duymaz hemen tanıması ve sıcak bir samimiyetle hitap etmesi ona olan hayranlığımı artırırdı.

Vefatı benim için ani oldu. Herkes gibi beni de mahzun etti. Kısa bir süre  önce vefat eden Selahaddin Akyıl, Eyüp Otman ağabeylerden sonra bir keder vesilesi daha buldu beni. Takdir, kader demekten başka çarem de yok. Kadere rızada boynumuz kıldan incedir. Mekanı cennet olsun…

Ruhuna el-Fatiha!

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.