İçinde Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı zamanın adıdır Asr-ı Saadet. O devir, ‘Saadet Asrı’ olarak anılır; çünkü neyin doğru, neyin yanlış olduğunda tereddüdü veya ihtilafı içinde genelde alacakaranlıkta yol alan insanlık, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın elçiliğinde Kur’ân’ın aydınlatıcı ışığına kavuşmuş, dahası bu ışıkla nasıl yol alınacağını bizzat Hz. Peygamber’in örnekliğinde görerek öğrenmiştir.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın dadısı Ümmü Eymen’in onun vefatında sonraki günlerden birinde ağlarken, ağlayış sebebini ‘vahyin kesilmesi’ olarak tarif etmesi ziyadesiyle manidardır: “O hayattayken, bir yanlışımız olduğunda, âlemlerin Rabbi ona gelen vahiyle bizi doğrulturdu. Şimdi o vahiy kesildi” demiştir Ümmü Eymen.
Kur’ân’ın dersi ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın talimiyle insanlığın istikamet bulduğu bu asır, ‘vellezîne meahû’ sırrını da taşır elbet. Geçmişte de nice peygamberler gelip geçmiş, ama çok azına Resûlullah’ın ashâbı kıvamında ve miktarında ashâp nasip olmuştur. Bütün dünya gelen vahyin ve o vahyi getiren elçinin karşısında iken sahabilerin Resûlullah’ın gereğinde yanında, gereğinde önünde, gereğinde arkasında dimdik durmaları, elbette destansı bir iman, vefa ve kahramanlık timsalidir. O yüzden Kur’ân, sahabileri defaatle över zaten. Yine o yüzden, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın ashâbına ‘sövenler’e dair uyarısı çok sert ve çetindir.
Sahabilerin âlemler Rabbinin Kelam-ı Ezelîsinde de övülen ve hadis kitaplarında sayfalar dolusu ‘Fedâilu’s-sahâbe’ hadislerini netice veren bu destansı duruşları, onların ‘kusursuz’ insanlar olduğu anlamına gelmez yine de. Ve Asr-ı Saadet, evet, bir gül bahçesidir; ama dikensiz gül bahçesi değil!
Bilakis, sahabilerin en ziyade Mekke müşrikleri, müşrik bedevî kabileleri, Medine Yahudileri, sonra Bizans ile yaşadıkları sınanmalar hiç de kolay sınanmalar değildir. Mekke’de neredeyse iki elin parmakları sayısınca iken Kureyş’in azgın müşriklerine karşı durabilmek, imanı için varını yoğunu arkada bırakıp hicret edebilmek, varını yoğunu hicret etmiş kardeşleri için sarfedip paylaşabilmek, beraberce sayıca kat kat üstün düşman ordulara Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te karşı durabilmek, kolay şeyler değildir. Hayber gibi ‘girilmez’ denilen bir kaleyi alabilmek, Mûte’de Bizans ordusunun karşısında durabilmek, Tebük’te Bizans’la bir daha karşılaşmayı göze alabilmek de…
Ama sınanmaların en zorunu, sahabiler kendi içlerinde ve Medine’de yaşamışlardır. Mü’minin mü’mine karşı kalbinin soğuduğu, dilinin doğrudan mü’mini hedef aldığı, kılıcını kendi mü’min kardeşine doğrulttuğu sınanmalardır bunlar.
Doğrudan mü’minlerin annesi Hz. Âişe validemizin hedef alındığı ‘İfk’ hadisesi, bu sınanmaların belki en ağır olanıdır. Âişe validemize çirkin bir iftiranın atıldığı, iftiranın zeminine dair hiçbir şahit de olmadığı için iftiranın atılanın üzerinde kaldığı bu ağır fitne, münafıkların Medine’de başardıkları belki en büyük nifak operasyonudur. Efendimiz hanımına sahip çıksa, ‘iffeti sorgulanan’ bir hanıma sahip çıkıyor diye propaganda yapılacak; sahip çıkmasa, ‘ailesine sahip çıkmıyor’ ve ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ fitnesi yol alacaktır. Fısıltılar, söylentiler, -mış, -mış’lar ile bütün Medine’ye yayılan bu iftira fitnesi Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı ziyadesiyle incittiği için, mescidde ashabı toplayan Efendimiz, söylentiye dair, müsbet veya menfi, kim şahitlik edecekse açıkça meydana çıkıp şahitliğini yapmasını ricaya mecbur kalmıştır.
İşte burada, ‘iftira’ üzerinden gelişen nifak, yeni bir fitne zeminine kavuşur. Pek çok sahabi, müsbet veya menfi bir şahidin sözkonusu olmadığı bu durumun münafıkların ürettiği bir fitne olduğu kanaatindedir, münafıkların reisi olarak bilinen isim Abdullah b. Übey ise Hazrec kabilesindendir. Peşine takılan sair münafıkların da çoğu öyledir. Evs’ten bir sahabi, bu ortamda ayağa kalkar ve bunun bir fitne olduğunu, eğer bunu üreten kendilerinden ise gereğini yapmaktan tereddüt etmeyeceklerini söyler. Bunun üzerine Hazrec’den bir sahabi, kendilerine bir ‘dokundurma’ olduğu düşüncesiyle ayağa fırlar ve ‘İftirayı üreten Hazrec’den diye bu kadar kolay konuştuğunu, böylece Hazrec’i suçlamaya çalıştığını’ söyler. Derken sözler birbirine karışır; ve Efendimiz içlerine gelmeden beş sene önce Buas’ta birbirini boğazlamış Evs ve Hazrec, tekrar savaşa tutuşacak şekilde Peygamber mescidinde kılıçları kınından çıkarır.
Ailesine dönük iftirayla muzdarip Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, bir anlamda, kendi ailesinin derdini unutup, geniş mü’minler ailesi arasındaki bu ağır ihtilafı gidermek için çabalamaya da mecbur kalır. Münafıkların ise ağızları kulaklarındadır! Nasıl olmasın? Ürettikleri bir nifak, sahabiler arasındaki küllenmiş ‘asabiyet’i alevlendirmiş; ikisi de Medineli Evs ve Hazrec’den sahabiler neredeyse birbirini boğazlar raddeye gelmiştir!
Hadise, bizzat âlemler Rabbinin müdahalesi ile yatışır. İnen Nur sûresi, Hz. Âişe’yi bu çirkin iftiradan beri kıldığı gibi, böyle bir iftira veya hatta iddia durumunda suçlananı ‘masumiyetini isbat’ mecburiyetinde bırakmayı yasaklar, bilakis suçlayanı ‘dört âdil şahit’le iddiasını isbata çağırır. İsbat edemeyeni hem ebediyyen şahitlikten düşürmek, hem de 80 sopa iftira cezasına çarptırmak suretinde hem de. Bu kabil iddiaları -mış, -mış’lar ile yayanlar da 80 sopa yiyeceklerdir. Dahası âyet, iffetiyle tanınan bir mü’mine bir iftira atıldığında mü’minleri bu alçaklığa karşı açıkça tavır koymaya davet etmekte, aksi halde gelecek olan azap ve gazab-ı ilâhî ile de uyarmaktadır.
Kaynaklar, başka bir vakitte, yine Evs ve Hazrec’in bu defa ortada hiçbir özel durum yokken birbiriyle yeniden çatışır duruma geldiğini bildirirler. Evet, ortada hiçbir özel durum ve sebep yoktur; ama münafıklardan biri mü’minlerin kalalabalık halde toplandığı bir vasatta Evs ve Hazrec’in arasına sokulup Buas’ta yaşananlara dair bir ‘kıvılcım’ ortaya atıvermiş ve birdenbire o küllenmiş asabiyet iki kabile arasında hızla parlamaya meyletmiştir. Tâ ki, yine Resûlullah aleyhissalâtu vesselam duruma müdahil olana kadar…
Benî Müstalik gazvesinde de, hem de Allah yolunda bir sefere koyulmuş iken mü’minler arasında yine birbirine karşı kılıçları kınından sıyırma hadisesi yaşanır. Hadise, basit bir su kavgasıdır aslında. Hz. Ömer’in Gıfârlı işçisi Cahcah b. Said ile Hazrec’in müttefiki Sinan b. Veber el-Cühenî arasında mola sırasında kuyudan suyu ilk çeken olmakla ilgili basit bir kavga… Biri ötekini iter, öteki ona kızar; derken biri kendini savunmak için ‘yetişin ey Ensar’ diye, öteki de hepsiyle birden başedemem korkusuyla ‘yetişin ey Muhacirîn!’ diye bağırır. Derken, doğrudan Muhacirîn’den olmayan Cahcah ile doğrudan Ensar’dan olmayan Sinan arasındaki kavga, Medineli Ensar ile Mekkeli Muhacirîn arasında ‘asabiyet’i kızıştırır. Yine Resûlullah’ın müdahalesiyle hadise yatışır; ama yol boyu başta Abdullah b. Übey olmak üzere münafıklar “Besle kargayı, oysun gözünü!” diye söylene söylene, “Medine’ye gelince aziz olan, zelil olanı sürüp çıkaracaktır” diye diye, Muhacirîni ‘sığıntı’ yerine koyarak ve Ensarı kışkırtarak sonuç almaya çalışacak; ama ‘asabiyet’i aşmış sapasağlam bir mü’min genç olarak kendi oğlu Abdullah b. Abdullah b. Übey’in Medine’nin girişinde ‘aziz olan’ın Resûlullah, ‘zelil olan’ın kendisi olduğunu en başta babası Abdullah b. Übey’e ve bütün herkese ilan etmesiyle bu fitne ateşi burada kapanacaktır.
Bu üç hadise, iki gerçeği apaçık öğretmiştir mü’minlere: Fitne, katilden; münafık, kâfirden beterdir. Yılan gibi sokulup nifak fiskoslarıyla iş gören bir münafık, mü’minlerin hayat-ı içtimaiyesine harbî kâfirden bile daha fazla zarar verir ve zehir salar. Ve asabiyet, ne kadar küllenmiş veya sönmüş gibi gözükse de, ilk kıvılcımda tekrar alev almayı bekleyen bir köz durumundadır.
Sahabilerin yaşadığı bu imtihanlar, her zamanın mü’minlerine nice dersler veriyor elbette.
En başta da, bütün dünya küffârla dolu olsa bile dimdik durabilmeleri için, kendi içlerinde yol almaya hazır iki sinsi tehlikeye, ‘nifak’ ve asabiyet’e karşı daima uyanık olma dersini…