Öyle demişti yıllar önce bir sanatçı. “Fiyakalı bir hastalığa yakalandım,” diye. Kanserdi. “Ha kanser, ha konser; ne fark eder,” demişti. Öleli 4,5 yıl oldu herhalde. Adeta ölümle dalga geçmişti. Oysa ölüm hiç de dalga geçilecek bir olay değildir. Kafamızı çok yormamız gereken bir hadisedir ölüm. Üstad Bediüzzaman, ölüme merdane bakılması gerektiğini, ölümün bizden neyi talep ettiğini sorgulamış ve ideal ölümün nirengi noktalarını sunmuştur.
Bir de “Fiyakalı Ölüm” var ki, bilhassa “Teşvikiye Camii”nden kaldırılıp, “Zincirlikuyu Mezarlığı”na defnedilen bazı mevtalarla ilgilidir. Hani dinimizde hiç yeri olmayan ve alkışlarla uğurlanan, üzerlerine çiçekler atılan mevtalar var ya, işte onlardan bahsediyorum. Sanki bu mevtalar alkışları duyuyormuş veya sanki sadece bu alkışlara ihtiyaçları varmış gibi…
Sözde aydınlar, sosyete, sanatçılar vs. zevat. Kocaman güneş gözlükleri ile caminin uzağında öbek öbek halkalar oluşturan, koyu sohbet içinde olanları izliyordum. “Işığı bol olsun,” diyordu, onların içinden sözde bir aydın, fiyakalı ölümle uğurlanan bir mevta için. Öyle ya kabir çok karanlık, hiçbir yerden ışık almıyor görünürde. Peki, ışığı nereden alacak bu mevta? Demek ki inanmasa da bir yerlerden bir ışığın gelmesini temenni ediyordu. Sahi kabirde ışığı sağlayacak şey nedir sizce? Dünyevi olarak neyi saysanız, hepsi kabrin girişinde kalıyor. Kabrin içine altın diş bile girmiyor. En ufak bir ziynet eşyası sokulmuyor. Öyleyse ışığı nereden umuyorsunuz?
İnanan için cevabı bulmak çok kolay. Allah’ın emirlerini yerine getir, nehiylerinden sakın. Hepsi bu. Çok kolay değil mi? Evet, inanan ve ebedi hayatı mamur etmek isteyenler için çok kolay. Ama inanmayan için gerçekten çok zor. İnanmak, inanmayan için o kadar zor ki, kelimelerle tarif edilemez. Ölüm onlar için yok olmaktır. Varsa da yoksa da bu dünyadır yaşanması gereken. Öldükten sonra yok olunacağına gör ye, iç, eğlen ve anı yaşa. Geçmişi geleceği boş ver. Bulunduğun anı zevk ve sefa içinde geçir. Nasıl olsa bu dünyaya bir daha gelmeyeceksin. Bu dünyanı cennete çevir. Cennet de cehennem de bu dünyadadır. Zengin olan, zevk ve sefa içinde yaşayan cennette; fakir olan, sıkıntı ve zahmetler içinde yaşayanlar da cehennemdedir. Ölümden sonra her iki cenahta aynı olacaktır!
Sizce bu kadar basit mi? Öyle diyordu sözde bir aydın. “Ben bu dünyamı cennete çevirmeye çalışıyorum, öldükten sonra ne olacağı hiç de umurumda değil,” Ona Hz Ali Efendimizin bir anekdotunu aktardım. “Bak, dedim, eğer senin dediğin doğru olursa, yani öldükten sonra her ikimiz de yok olursak, her ikimiz de aynı şartlarda olmuş oluruz. Peki, ya benim dediğim çıkarsa, yani ölümden sonra mizan, terazi, hesap, kitap, cennet, cehennem varsa o zaman sen ne yapacaksın? “İşte bu doğru,” demişti. “O zaman hapı yuttuk, demektir.”
İşte hapı yutmadan önce bir daha düşünelim. Kâinatı bu kadar mükemmel bir şekilde yaratan ve devamlılığını sağlayan bir Allah’ın olduğunu ve bizi bir imtihan için yarattığını ve O’na kul olup; Resulüne iyi bir ümmet olmamızı istediğini düşünelim. Gerçekten kolay olan budur. İnsanı kurtaran bu düşüncedir. Gerçekten fiyakalı ölüm arıyorsanız, böylelerinin ölümlerine bakınız. Namazlarla, dualarla, yasinlerle uğurlanan imanlı mevtaların ölümleri fiyakalı ölümdür. Asıl olan buradan alkışlayarak uğurlamak değildir; karşıdan alkışlanarak karşılanmaktır. Buradan alkışlanarak uğurlayıp, karşıdan lânetlenerek karşılanılırsa, bu alkışlamanın bir kıymeti var mıdır?
Yüreklerde taht kuran, gök kubbe altında hoş bir seda bırakan, ve karşıdan alkışlarla karşılanan ölümler temennisiyle…