Yıllarca edebiyat derslerinde, bazı dönem ve yazarları tanım ve tarif için, piyasada öyle kullanıldığından fizik ötesi anlamında metafizik kelimesini kullandık. Bunu kullanırken de bu kelimeye içim hiç ısınmadı. Ama piyasaya uyarak mecburen kullanırdık. Fizikötesi derken mâneviyatı, fizikî varlıktan ayırarak, maddî varlığımızın mâneviyatla ilgisinin hiç olmadığını anlatmak istiyorlar herhalde. Mâneviyatla ilgilenen yazarları da ve o yazarların dönemini de bu âlemle ilgilendikleri için, bu sıfatla anlatmaya çalışıyorlar.
Şöyle bir düşünelim. İnsanın maddesi nedir? Bu maddenin ne kadar kıymeti var ki bu esas alınıp ötesi, ötelenmiş olsun? İstersen roman ve hikaye den başlayıp oradan felsefi metinlere uzanalım. Ya da insanı yönlendirmeyi amaç edinen kişisel gelişim kitaplarından tutun, yine insanı anlatmaya çalışan metinlere göz atalım. Bunlar, insanın fiziğine mi yoksa mânevî cephesini teşkil eden ruh dünyasına mı sesleniyorlar? Mesela bir roman ve hikâye okuduğumuz zaman, onların sizde bıraktığı estetik tat, ruhunuzu saran ve sizi sarsan ve zamanla sizi değiştiren ve dönüştüren arka plandaki bir iki cümlecikle ifade edebileceğimiz düşünce, hangi cephenize bakar, hangi cephenizi dönüştürmüş ve değiştirmiş olur? Mesela geçen seneye göre çok değişti, artık o eski dönemden eser yok dendiğinde, insanın değişti dediğimiz hangi yönleridir? Bu değişen ve dönüşen yönler, insan fiziğinin kaçta kaçıdır?
Bunları göz önüne getirdiğimizde, Batı'nın pek farkında bile olmadığı, olamadığı için de "metafizik dünya, duyular, duygular âlemi" deyip unutmaya çalıştığı kalp, ruh ve gönül dünyamızdan ibaret ruh ve mâneviyat, kısacası insanlık cephemiz olmazsa; veya göz ardı edilirse, geriye Hazret-i Mevlana'nın tabiriyle "kemik, kas ve sinirden ibaret bir yığın" kalmış olmaz mı?
Bu girişe beni götüren, Arabî Mesnevi'de 23. Söz'ün özeti olarak geçen: "İman, bir intisaptır ki insanı Mâlikine nispet eder. intisap ciheti ise sanata bakar; bu itibarla medar-ı nazar, masnûiyet ve sanattır. Böylece insan, iman ile fiyatı 'cennet', rütbesi 'hilafet' olan emaneti yüklenmeye lâyık bir kıymet alır."cümleleri oldu. Şu tesbite ve tayine bakar mısınız? Fiyatı 'cennet ve rütbesi hilafet' olan bir emaneti taşıyan insan...Yani senin fiyatın, madde ile ölçülebilecek kas sinir ve birkaç elementten ibaret bir pahada değil ve olamaz. Senin ebedî bir ömür ve saadeti temsil eden cennet gibi bir fiyatın var. Yani 18. Yüzyıl şairi Şeyh Galip'in enfes:
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."
beyti ile ifade ettiği gibi, sen hem âlemin özeti hem de kâinatın tüm efradıyla sana hizmet için yarıştığı, gözbebekleri gibi koruyup etrafında koştukları rütbesi âdem yani insan olan bir halifesin.
Nasıl bir halife ama? Balık köfteleri, denizlerde pişirilip önüne atılıyor. Işığın ve ısın, milyonlarca kilometreden süzüle süzüle geliyor. Göz, dil ve kulak zevklerini duyuracak şekilde donatılmış Ay ve Güneş, gece ve gündüz manzaralı menzilden menzile, devirden devire uğrayıp seyahat ettiğin bir gemidesin. Bu gemide yok, yok. Her türlü ince zevk düşünülmüş, hiçbir şey eksik bırakılmamış. Çünkü bu geminin halife rütbesinde ve cennet pahasında değerli bir misafiri var. Siz, size gelen her misafire, aynı özende sofralar kurar mısınız? Mesela her gün görüştüğünüz komşunuza bir çay, pasta ikram ederken; uzaktan gelene donatılmış bir sofra, bir padişahı ise, hiçbir eksiği olmayan bir ziyafetle karşılarsınız değil mi? İşte kâinatta çok misafir var. Her bir misafir, rütbesine göre ağırlanıyor. Bir köpek basit bir kemikle, kedi atıklarla doyurulurken; halife-i zemin olan insan ise, mükellef sofralarla karşılanmaktadır. Çünkü insan pahası cennet olan bir halifedir.
İşte böyle bir paha ve rütbede olan insan, kendisine bu rütbe ve fiyatı veren Zât-ı Zülcelal'in Lokman suresinin 30. Âyetindeki "Sakın dünya hayatı ve çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldatmasın." ikazını nazara almayıp "kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fanilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa" ve sonuçta da küfrün eline düşse, yine Arabî Mesnevideki ifadesi ile: "Öyle misilsiz derecede kıymeti yüksek bir insan makinesi, öyle bir hâl alır ki onun ne olduğundan habersiz bir vahşi onu alır, âdi bir alet gibi ateşin hizmetinde kullanır ve nihayet onu yakar."
Bir grupla yaptığımız bir yolculukta eşkiyaların talanına uğrasak, eşkiyalar neyimiz var neyimiz yok alsalar, yolculardan hangisi en çok üzülen olur? Mal ve emvali, en çok olan değil mi? İşte bu dünya misafirhanesinde, muhtelif zamanlardaki yolcular, nihayetinde ölüm durağında bir nevi soyuluyor ve hepsi, eşit şekilde yeni bir yolculuğa çıkıyorlar. Peki bu yolculardan emval noktasında kedi kediliğini, kuş kuşluğunu, koyun da basit bir koyunluğunu kaybetmiş olur değil mi? Peki ya insan? İnsan da insanlığını, halife-i zemin rütbesini, yüzlerce duyularda donatılmış hayatını ve daha birçok varlığını kaybeder. Bu kayıp başka bir şey ile telafi edilebilir mi? Dünyevî hangi rütbe ya da karşılık bu kaybettiklerinin yerini tutabilir ve bunları ona iade edebilir?
Fakat ölümle elimizden çıkacak ve geçici olarak bize verilmiş olan bu rütbe ve cennet pahası insaniyetimizi kaybetmemenin bir yolu var. Biz bunu bir derece biliyoruz da bir derece rahatlığımız ondan geliyor belki. Ama bu kadar değerli insaniyetini, dünyanın meşgalele ve gafletinden sıyrılıp kaybedeceğini düşünen insan, vicdanının ebed sesini nasıl susturacak? İşte sigaradan tutun, oradan uyuşturucuya kadar uzanan kaymalar, aklı bunları düşünmeden men ve vicdanın sesini duymama tedbirlerinin yansımalarıdır. Başka izahlar ise, bizim zahirde gördüklerimizin munis kılıflarıdır.
Evet dostlar, o zaman insanın hâkikî insan olması için, "Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?" sorusuna sada-yı Kur'an'ın verdiği "Evet var. Hem beş mertebe kârlı bir surette güzel ve rahat bir çaresi var." o da "Emaneti sahib-i hâkikisine satmak." sesine kulak vermesi, o güzel ve rahat çareye başvurması gerekmez mi? Daha doğrusu, bundan başka çare var mı?
Selam ve dua ile.