Bediüzzaman Fransız ihtilalini yeri geldikçe bahislerin içinde tahlil eder. Hatta Fransız ihtilalini serseri dinsiz tabir edilen avam takımının yaptığını söyler. Batılı aydınlar ile filozofların din karşısındaki tutumu ile bizimkileri kıyaslar. Fransız ihtilalinin nereden kimler tarafından çıktığını tahlil eder.
“Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salâbeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de, Hıristiyandan çıkan filozoflar dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların kısm-ı âzamı hikmetlerini esâsât-ı İslâmiyeye bina etmesi, yine mühim bir farkı gösteriyor. Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi Hıristiyanlar, dinden medet beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa’nın İhtilal-i Kebîrini çıkaran ve "serseri dinsiz" tabir edilen, tarihçe meşhur inkılâpçılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden medet beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.” (Mektubat 423)
Burada ihtilallerin serseri ve musibete düşmüş insanlar tarafından çıkarıldığını söyler.
Dickens de İki Şehrin Hikayesi romanında ihtilalin havassın veya zengin ve lüksten milletinden kopmuş kimseler tarafından ezilen halk tarafından çıkarıldığını örneklerle anlatır. Orada musibetzede avama örnekler verir. Elbette bu derece aşağılanan halk bir ihtilal yapar. Bizim halkımız tarihimizde hiçbir ihtilale sebep olacak zulme uğramamıştır. Ama 15 Temmuz’da asıl ihtilali halk, millet yapmıştır. Tarihte görülmemiş bir şekilde bir ihtilali bastırarak asıl ihtilali onlar yapmıştır. 15 Temmuz’un neden yapıldığı konusu yani felsefesi konusunda da bir şey söylenmemiştir, kapalıdır. Yapanların hangi sınıf insanlar olduğu da kapalıdır. Hareket bir müphemiyettir.
Fransız ihtilali aynı zamanda bir serbesti getirmiş, katı olan Katolik mezhebinin yerine Protestanlığı gündeme getirmiş ve yaymıştır.
”Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler.”
Bundan sonra Bediüzzaman, cumhuriyet döneminin fikir babalarını kastederek, onların da Fransız ihtilali veya benzeri bir hareketle, Katolikliği katı bulup daha rahat ve mantıklı Protestanlığı getiren ihtilalciler gibi bir değişimi sağlayabileceklerini düşündüklerini aktarır. Kur’an’ın ve ezanın yasaklanması, bunlar doğrultusundaki dejenerasyonlar hep bu ihtilalden esinlenen sözde aydınların yenilikçi bir din ortaya çıkarmak istemelerinden dolayıdır. Gereken yapılmıştır ama köy enstitisü ve benzeri kurumlardan ateist ve nihilistler, aydınlardan deistler çıkmıştır. Dönemin fikir babalarının başının da deist olduğu söyleniyor.
Bediüzzaman bunlara körü körüne taklidci der. “İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar diyorlar ki: "Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir."
Katolikliğe karşı Fransız ihtilalinin ondan daha mantıklı bir mezheb olan Protestanlığı ortaya çıkarması gibi bizde de bu tür bir değişimin farklı bir dini tavır ve tutum ortaya getireceğini söylerler. Bediüzzaman onlara şöyle cevap verir.
“Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.”
Hristiyanlıkta din ile şeriat ayrı şeyler. Şeriatın kanunları Havariler ve ruhani reislerden alınmıştır. Dinin kanunları dışarıdan alınmış bir elbise gibiydi. Ama İslamiyet böyle değildir. Şeriat da Peygamberin (asm) tesis ettiği kanunlar silsilesidir. Din ile şeriat arasındaki bu uyumdan dolayı şeriatı değiştirmek dini değiştirmek manasına gelir, Hristiyanlık gibi değil.
“Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.”
İslam’ı Hristiyanlıktaki değişmelere akord etmeye çabalayanlara Üstad “ehli bida”, “dinsiz ve mülhid” der. Onların isimlerini belirtmez. Bu batının çalışmakla ilerlemesini aşağılık kompleksinden değerlendirip dini tahribin medeni bir toplum doğuracağını zannederler. Bu Tanzimat ile başlamış ve yüz yıla yakın bir süre devam etmiş. Ziya Paşa; “İslam imiş devlete pabend-i terakki / Evvel yoğidi bu rivayet yeni çıktı” der. Yeni Türkiye’nin inşasını yapanlar bu fikirlere sarılmış, ancak Demokrat Parti iktidarına kadar devam etmişlerdir.
Bizdeki fikri ve felsefi, siyasi değişmelerin, hatta dini değişmelerin kaynağı Paris, Fransa olmuştur. Tanzimat dönemi, daha sonraki dönemler Fransız edebiyatının tesiri altındadır. Siyasi değişmeler devlete baş kaldıranların sığınağı hep Paris ve Fransa olmuştur. Hatta buradaki gibi Hristiyanlıktaki mezheb kavgalarını esas alarak yeni bir mezhebin doğuşu gibi bizde de bir değişimin kaynağı olarak Fransız ihtilali gibi bir hareketin talebi görülür gizli gizli.
Bediüzzaman hem ihtilali hem de İslam dininin yapısı ile Hıristiyanlığın yapısını karşılaştırır ve onlara göre değişimin olmayacağını anlatır. Avrupa tarihini ve Hristiyanlık tarihini çok iyi etüd etmiştir. Bizim yapımızla da kıyaslayacak kadar güçlü bir eleştirmendir.
Batıda dinin yapısı dörtyüz yılı ihtilallerle doldurmuştur. Batı tarihini ve mücadeleler tarihini bu kadar ayrıntılı bildiği için Bediüzzaman’ın iki toplumu kıyaslamada ne kadar derinlikli olduğu görülür. Burada dolaylı olarak da bizim toplumumuz ile ihtilallerin yapısal farkını ortaya koymuş olur.
“Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıtayla nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda ihtilallerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telâkki edildiğinden, o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve filozoflarda bir küsmek, bir adâvet hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye vukua gelmiştir.
Halbuki, din-i Muhammedî (a.s.m.) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekvâ etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilÂlât-ı dahiliyeye sebep olmuş.
Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor, سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ - خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ diyor.
Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla اَفَلاَ تَعْقِلُونَ.اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ.اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.
Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:
İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hÂlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.”
Bediüzzaman bir mektubunda ihtilallerin kaynağı olan hapishanelerin talebeleri vasıtasıyla ıslah edilmesiyle ihtilal ihtimallerini def ettiğini anlatır. Değil ihtilal, ihtilalin doğacağı muhitleri ıslah eder:
”Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: El hayru fi mahterahullah sırrıyla, inşaallah mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.
Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlerine celb etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntılarımızı "kinin" gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, "Yâhu bu da geçer" demeliyiz.
Saniyen: Bu medrese-i Yusufiyenin nâzırına yazdım: Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faydası görüldü. Burada daha ziyade fayda olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacık yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.” (Şualar 431)
Hatta o kadar ihtilal aleyhtarıdır ki ihtilallerin birkaç bin kişi yüzünden milyonlarca insanı belaya attığına batıdan, umumi harpten örnekler verir. Bediüzzaman Müslüman toplumunun sosyolojik, dini ve siyasi yol haritasını çizmiştir. İnsanlar onu hesaba katar katmaz onların bileceği bir iş ama dedikleri aynen doğrudur, bizim siyasi tarihimiz ihtilallerle bir yere varmamıştır.
“İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: "Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz" diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var.
İşte bu vahşiyâne irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’ân şakirtlerinin, Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misilli en vahşî ve zalimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa, üç veya dört cereyanın muannidâne muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve âsâyişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini-hattâ istibdad ile de olsa-âsâyiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden Fransız ihtilâl-i kebîrinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.
Madem bu ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat yardımlarına karşı bu acip mânevî rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve âsâyiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslamiyenin selameti için gayet azim bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lazım ve elzemdir.
İşte o makbul lazım ve çok menfaatli caiz ve vacip rüşvet ise teavün-i islamın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavi bir düsturu ve rabıtası ve kudsi kanuni esasıdır.
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا | اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ |
وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ | وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى |
” (Emirdağ Lahikası s,422)