Fıkrayı bilirsiniz... Hoca’nın notaların nabzını tutan elini hareket ettirmeksizin sazın tellerine mızrabı rastgele vurduğunu gören komşusu, taacüble:
“Hoca ne yapıyorsun?” diye sorar.
Hoca, kendinden emin,
“Saz çalıyorum!” der.
“Ama saz böyle çalınmaz ki!..”
Şaşkınlık sırası Hoca’ya geçmiştir:
“Ya nasıl çalınır?” diye sorar.
“Mızrab tellere vururken, diğer el bir şeyler arar gibi aşağı yukarı oynatılır...”
Hoca sükûnet içinde,
“Onlar, bulduğum yeri arıyorlar!” der...
Hoca ile benzerliğim, başkalarının aradığını yaklaşık kırk yıldır bulmuş olmak.
Evet, koca bir millet, bir asra yakındır kaybettiklerimizi arıyor. Bütün bu hercümercin, bütün bu gürültünün, bütün bu kavganın sebebi bu hummalı arayış.
Dünyevî sulh, sükûn ve saâdetimizin zeminini kaybetmişiz... Altıyüz yıllık cihân devletinin harabeleri üzerine inşa edilen TC Devleti, başka bir iklimin sert ve yabancı rüzgârlarının kadim topraklarımıza savurduğu ecnebî bir tohumdan fışkırır. Tanımadığımız, bilmediğimiz, sevmediğimiz bir ayrık otu, zehirleyici bir sarmaşık; düşman bir iklimin, düşman bir coğrafyanın eseri...
Milletin kabulünde güçlük yaşadığı devletin hendesesi değil; düşünce ve istinad noktaları. Yeni devlet, meşruiyetini milletin kabulünde değil, ceddini târih sahnesinden alçakça bir savaşla tardeden düşmanlarının sahte teveccüh ve alkışlarında arıyor. Millet ve değerlerine düşman, hasımlarının tahribkâr düşüncelerine dost bu anlayışın seksen küsur senede kabul görmeyişine niçin şaşmalı?..
Bin yılın hâkim irfânını kuvvete dayalı düşman ve münkir bir kaç tertible kırabileceklerine hükmedenler, Güneşi balçıkla sıvamaya kalkışanlar kadar ebleh! Hamâkat, korku, hırs ve ihânetlerini millete servis edenlerin ilk direnişler karşıında târihin ender kaydettiği bir istibdadla mukabele etmeleri şaşırtıcı değildir. İstibdad, idare edenlerle idare edilenlerin arasındaki tezadın gayr-ı meşru veledidir. Millet, ehramlara taş taşıyan köle. Köleliğini teyid andı, önüne atılan bir parça kuru ekmeğe mukabil Fir’avun’a gönülden teşekkür etmek.
Kuruluş yıllarından beri Türkiye’nin sevk ve idaresinde söz sahibi olanların düşünce ve ruh dünyaları ile milletin değerler dünyası birbirine yüz seksen derece ters. Resmî düşüncenin bir asır zarfında sistemin tabiî zemini olan Mecliste millete dayalı bir hâkimiyet tesis edememiş olması, hükmün bedihî delilidir. Ordu, yargı, bürokrasi, üniversite ve Batıcı Aydının müşterek hamleleriyle gerçekleşen seri ve kanlı darbelere rağmen düçâr olunan bu mağlubiyeti kabulde güçlük yaşayan sabık çevrelerin feryatlarına kulak vermek, millete düşmanlık etmektir.
Millete rağmen yaşanmaz... Millete istinad etmeden ayakta kalınamaz. Milletin değerleriyle kavgaya kimsenin gücü yetmez. Bu haksız, çirkin, zorba ve zâlim kavganın tabiî âkibeti milletin zâferidir. Öyle de olacaktır...
Meriç, Gandhi’yi “Ne Yogi, ne Komiser!” diye selâmlar. Doğru... Doğru ama, bir avuç ışık için Hind’e gitmeye gerek yok. Gandhi, bütün büyüklüğü, bütün ihtişamıyla Said-i Nursî’ye mütevâzi bir çömez olabilir ancak. Nursî’nin dünya ve âhiret saâdetine açılan aydınlık kapısı Risâle-i Nur Külliyatı, bir necât nizâmnâmesidir: Sadece bir cemaati, bir kavmi, bir millet veya ümmeti değil, bütün insanlığı kurtaracak bir nizâmnâme...
Hükmün isbatına, dünyânın münteşir ve hâkim hemen bütün dillerine tercüme edilmesi ve cihânın her tarafında cemiyetin bütün sınıflarınca cemaatler halinde okunmasından daha parlak delil mi olur? Üstelik nuranî bu Cennet ağacı, boy attığı topraklarda devletin hâlâ memnu ağacı... Böyle olmasına rağmen dünyanın dört bir tarafından uzanan aydınlık ellerin kurduğu şemsiye yakın bir gelecekte güneşlerin aydınlattığı uçsuz bucaksız bir asumana inkılâb edecektir; görünüyor. Kılavuz istemez, delil ve isbat gayretine hâcet yok.
Her yazıda benzer şeylerin tekrarında gösterdiğim ısrarın sebebi, bu nirengi dâvâ halledilmeden Türkiye’nin yol alamayacağına olan kesin inancımdır. Temelleri sarsılmış, kolon ve kirişleri kırılmış bir binanın içinde yaşayanların eğlencelerine de, binayı boyamak için renk tercihinde giriştikleri mücadeleye de iştirak budalalığına dâhil olamam.
Bu harâbezârda gönül rahatlığıyla yaşanmaz... Milletin bekâsı ve saâdeti Bediüzzaman’ın 1926’de inşasına koyulup bir ömürde tamamladığı nurânî sarayın kapılarından girmesine bağlıdır. Zirâ, içeri girenlerin mes’ûd, dışarıda kalanların muzdarib olduğu milyonların şehadetiyle kaziye-i muhkeme hükmüne geçmiştir. Hükmün doğruluğunda tereddüde düşenlerin mükellefiyeti, bu muhteşem sarayın aydınlık bir kapısından girip, bir turist merakıyla olsun, içeridekileri görmeleri olmalıdır...
Böyle yapmayıp, ya cehâlet veya adavetleri sebebiyle Şeyh Said ile Said-i Nursî’yi birbirine karıştıranların; coğrafî, nesebî veya kavmî aidiyet ifâde eden “Kürdî” lâkabını “Kürtçülük” diye Türk amme efkârına telkin edenlerin; mürteci hezeyânlarını dillerinden düşürmeyenlerin sayıklamalarına itibar edilmeyeceği açıktır. Nitekim, millet itibar etmemiştir... Şayet bu bir kavga ise Komiser kaybetmiş, Yogi kazanmıştır.
Türkiye’de rejim merkezlî yaşanan içtimâî hercümercin hikâye kısmı milletin gözleri önünde cereyan ediyor, tekrarı abes kaçar. Korku salan bu gökgürültüleri bitecek, şiddetli batı rüzgârları kesilecek, fırtına dinecektir... Bir asrın kuraklığını gideren bu dehşetli fırtınanın akabinde Güneş bütün aydınlığıyla coğrafyamızı ısıtacak, topraklarımızda medfun muhtelif envaıyla mâzi saâdetimizin nümûnesi tohumlardan yeni baharımızın saâdet çiçekleri fışkıracaktır.
Korkmayınız, sarsılmayınız!.. Bu fânî ve kısacık hayatın en yüksek mazhariyeti şehadetle noktalamaktır. Başkaları korksun... Bize düşen, bu müjdelenmiş baharın bahçelerine Nurlu çiçek ve fidanlar yetiştirmektir. Geride kalan ziyandadır.