Gazali’den Bediüzzaman’a; Farsça’dan Kürtçe’ye…

Mustafa ÖZCAN

Diller de devletler gibi yaşarlar ve ölürler. Aramice, Süryanice ve Latince gibi diller ya yok olmuş ya da zamanla sınırlı hale gelmiştir. Veya başka diller içinde asimile olmuş ve erimiştir. Dilleri evrensel kılan medeniyet dili olabilmeleridir.  Elbette anadillere hacr ve yasak konulamaz. Fakat dili yaygınlaştıran bu dilde üretilen edebi ve ebedi metinlerdir.  Binlerce anadilden sadece birkaçı medeniyet dili olabilmiştir. O da başka bir gerçektir.  Yani ne yasağa ne de taassuba gerek vardır. Yasak ve taassup iki uçtur.  Arapça İslamiyet’in taşıyıcısı olduğundan dolayı bir nevi kutsiyete haiz olmuştur. Hasan el Benna, Arapça’yı şeair-i İslamiyeden saymıştır. Hazreti Ömer de Arapça’ya çok önem vermiştir.  Dil meselesi elbette ki hassas bir meseledir ve Kur’an, Arapça nazil olduğundan din dili haline gelmiştir. Lakin milliyetçilik çağında milli diller din dili yapılmak istenmiştir.  Türkiye’de de bu yönde denemeleri yapılmıştır.  Halbuki tarihi seyir içinde baktığımızda sözgelimi Mısır Kıptice konuşurken birkaç yüzyıl içinde Arapça’yı benimsemiş ve ibadet dili haline de getirmiştir.

Bu anlamda ezan dili ve ibadet dili Arapça olagelmiştir.  Hutbenin Arapça okunması da zaman zaman tartışılmakla birlikte genel kabul gören bir husustur. Vaaz anadilde yapılırken hutbe Arapça verilirdi.  Bununla birlikte, Batı’dan milliyetçilik rüzgarlarının esmesiyle birlikte tartışma ibadet diline de yansımıştır. Zira Batı’da gelişen milliyetçilik ve milli devletlerle birlikte birçok Batı ülkesinde ibadet dili anadil haline getirilmiştir. Bu da bir başka ‘dau’l ümem (milletlerin hastalıkları)’ olarak bize de yansımıştır. 

Bediüzzaman elbette Arapça ezanı savunduğu gibi aynı zamanda bildiğimiz kadarıyla hutbenin de Arapça olması gerektiğini savunmuştur. Hilafı mervi değildir. Lakin Risale Haber’e alıntılanan bir haberde Bediüzzaman’ın Kürtçe yazıp Kürtçe hutbe verdiği ileri sürülmektedir. (Muhsin Kızılkaya'nın yazısından.) Ve buradan da genellemelere gidilmek istenmiştir.

*

Zaman zaman ehil olmayan kimseler bazı sosyal meselelere el attıklarında kaş yapayım derken göz çıkartıyorlar. Dolayısıyla nasıl ki bir hastalık konusunda tabib-i hazıkın (uzman doktor) görüşü muteber ise bu hususlarda da ancak erbabı meseleye neşter vurabilir. Aksi takdirde, kaş yapayım derken göz çıkartmak işten bile değildir. Tedavi etme kaygısıyla hastalığı azdırmak da mümkündür. Yazar Muhsin Kızılkaya, Said Nursi'nin Kürtçe yazıp camilerde Kürtçe hutbe verdiğini ileri sürüyor. Kızılkaya, yazısında şu görüşlere yer veriyor: "Yüzyılın başında Kürtçe yasaklı bir dil değildi. Örneğin 1919 yılında İstanbul’da “Jîn” (Hayat) diye bir dergi çıkıyordu. Birçok muharrir, Dr. Abdullah Cevdet gibi; birçok alim Bediüzzaman Said-i Kurdî gibi, Musa Anter’in kayınpederi, Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdurrahim Rahmi gibi dönemin birçok siyasetçisi bu dergide yazılar yazıyor, görüşlerini özgürce yayıyorlardı. Kürtçe medreselerde bir eğitim diliydi ve bu dille hiç kimsenin bir sorunu yoktu. Yani o dönem Seîdê Kurdî gibi alimler rahatlıkla cami minberlerine çıkıp Kürtçe hutbeler okuyor, bu hutbeler sırasında cemaat infiale kapılıp, “in oradan be adam, veya oraya çıkmışken bir de Türkçe hutbe oku yoksa tahrik olurum ha” diyen bir Allah’ın kuluna rastlanmıyordu."

Burada tashihe muhtaç nokta, olay ile kural arasındaki münasebettir. Bediüzzaman gençlik yıllarında Kürtçe hutbe de vermiş olabilir. Bu mümkündür. Lakin daha sonra bazılarının din dilini ve ibadet dilini Arapça dışında resmi olarak millileştirmek istediklerinde Bediüzzaman buna karşı çıkmıştır. Bediüzzaman Arapçanın dışında ibadet dili tanımamıştır. Bediüzzaman’a göre hutbe de ibadettendir ve dili de Arapça olmalıdır.

*

Bediüzzaman hutbenin tamamının Arapça olması gerektiği kanaatindedir. Çünkü hutbe makamı “Vahy-i İlahinin tebliğ makamıdır.” Hutbe dini bir ibadettir. İbadet dili ise Arapçadır. Türkçe ibadet ile dinde reform yapmak ve hutbelerden siyasi mesajlar vermek isteyen CHP ve kurmayları 1930’lu yıllarda İbadeti Türkçeleştiremedikleri için Hutbeyi Türkçeleştirdiler. O  dönemin uleması da pasif kalarak buna ses çıkarmadılar. Hutbenin Arapça kısmının okunmasını sağlayarak hem ibadetin yapılması, hem Türkçe mesajların verilmesini onaylamış oldular. Bediüzzaman kerhen bu reformu  kabul eden ulemayı paylamış ve ‘gafiller’ olarak nitelendirmiştir.  Muhsin Kızılkaya yazısında iki hususa işaret ediyor. Bunlardan birisi, Bediüzzaman’ın Kürtçe yazması ve ikincisi de Kürtçe hutbe okumasıdır. Bu, veri olarak da ispata muhtaç bir kaziyyedir.  Bu iki mesele hem hassas hem de izaha muhtaç meseledir.

Elbette ki Bediüzzaman Kürtçe yazabilir ve yazmıştır da. Lakin Risale-i Nur külliyatının tamamını Türkçe,  küçük bir kısmını da Arapça yazmıştır. Elbette Bediüzzaman Kürtçeye yasak dememiş ama fiiliyatta Türkçeyi tercih etmiştir.  Neden?  Zira Türkçe ona göre misyon dilidir ve onun için Türkçeyi seçmiştir. ‘Arabistan’da olsaydım buraya gelmek lazımdı’ sözünün lazımı Risalelelerin Türkçe yazılmasıdır.

Türkçe’nin misyonu Anadolu’nun misyonudur. Bediüzzaman bir talebesine ‘Mevlana benim dönemimde yaşasaydı Risale-i Nurları yazardı ben de onun döneminde yaşasaydım Mesnevi’yi yazardım’ demiştir.  Mesnevi’nin dilinin de Farsça olması yine tesadüfle açıklanamaz. Mevlana, fevkalade Arapça yazma kudretine haizdi.  Lakin hikemiyat dili Farsça’dır ve işlevsel bir biçimde Mevlana da Farsçaya yönelmiştir.   Kendi ifadesiyle onun şiiri de işlevseldir. Sanatı işlevine tabidir. Ondan önce Bağdat’ta yaşayan Gazali ise Fars kökenli olmakla birlikte çok az kısmı hariç eserlerini tamamen Arapça yazmıştır.  Dolayısıyla o bir Arap yazarıdır. Kimyayı Saadet gibi Farsça risaleleri de vardır ve Farsça risaleleri bir araya getirilmiş lakin ancak orta çaplı bir kitap hacmine ulaşmıştır.  Gazali neden anadili Farsça yerine Arapça yazmıştır? Zira dönemin misyon dili Arapçadır ve  Gazali de cihana Arapça üzerinden hitap etmiştir.

Bediüzzaman’ın da eserlerini Türkçe yazması asla bir tesadüf değildir ve eserlerinin inkişafı bu dil üzerinden olmuştur.  Talebelerinin çoğunluğunun da yine Türkler arasından çıkması tesadüf değildir. Bu, Bediüzzaman’ın Kürtlerle irtibatını kesmez ama siklet ve ağırlık noktasını gösterir.  Ağırlık noktası Türkçe ve Türklerdir. Elbette bu milliyetçilik anlamında değil işlevsel anlamdadır. Elbette 1977 yılında Irak’ta Baas idaresinin, içinde yabancı kelimelerin (Elbette Farsça ve Türkçe kastediliyor) bulunduğu müzik parçalarını yasaklaması Arapçaya hizmet etmemiştir. Kardeşlik atmosferini zedelemiştir.

Netice-i kelam: 5’inci yüzyılın müceddidi olan Gazali nasıl ki eserlerini Arapça yazmış ise son asrın müceddidi olan Bediüzzaman da eserlerini asrın dili olan Türkçe yazmıştır. Bu, diğer dillerin küçümsenmesi değildir bilakis asrın misyon dilinin Türkçe olduğuna vurgu yapmaktır.  Bu açıdan populizm yaparak hakaiki kalb etmek ve  ters yüz etmek  çözüm değil, bilakis çözümsüzlüktür.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (37)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.