Onlar sanırım hep vardı yeryüzünde. Ama son zamanlarda daha bir dikkatimi çekiyorlar.
Onlar...
Âlemi ‘ben ve başkası’ diye özetleyenler...
Ben’ini tasdik etmeyen, tasvip etmeyen her kişiyi, her faili ötekileştirenler...
“Ya benim yanımdasınız ya da düşmanım size!” ruh haliyle insanlara yaklaşan ve aynı ruh haliyle nice insanoğlu insandan uzaklaşanlar...
Son zamanlarda, dikkatimi daha bir çekiyorlar.
Ruh hallerini anlamaya çalışıyor, anlamaya çalıştıkça kalblerindeki kasavet ve kesafeti bir parça hissedip daralıyorum.
İnsan kendine nasıl kötülük eder?
Nasıl ben’ine toz kondurmamak adına kendisini işkenceye maruz bırakır?
Nasıl hayatın akışı içerisinde bir yürüyen cehenneme çevirir kendisini?
Başkaları için düşündükleri bir yana, ‘ya yanımdasınızdır ya da karşımda’ denklemiyle en başta kendilerine yaptıklarını aklım almıyor. Bir insan, haydi bırakalım başkalarını, nasıl kendisine kıyabilir, nasıl kendisine acımaz, nasıl güzelim duygularını bir kara deliğin, bir kozmik girdabın içinde bir helâket ve felâkete maruz bırakabilir, çözemiyorum.
Bu hallerini görüp yüreğim onlar için üzülürken, bu hallerinin getirdikleri bunca üzüntüyü yüreğimden kapıp götürüyor ve geriye “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez” hikmetini bırakıyor.
Bu hikmetin gerisinde ise, o kudsî hadisin bildirdiği kudsî denklem duruyor: “Ben kulumun zannı üzereyim.” Yani, “kulum Beni nasıl bilirse, Ben de ona öyle muamele ederim.”
Onlar, Rablerini hâşâ bir ‘gazap tanrısı’ olarak biliyorlar.
Hayır hayır, hatta bir ‘gazap memuru’ olarak...
Âlemin merkezinde onlar var, ‘ben’leri... Kendinde hep hayır gören; bütün suçu, bütün kusuru başkalarına atan yahut kabahati ortamda bulan ben’leri...
Sizden yalnızca tasdik bekliyorlar. “Sen haklısın. Sen zaten her zaman haklısın. Sen zaten hiç haksız olmazsın. Senin haksız olman tanım gereği imkânsız zaten.” Böyle dememizi istiyor, böyle lâflar bekliyorlar.
Siz böyle demezseniz, ‘başkası’ oluyorsunuz; ve Rablerini hâşâ birine gazap etmek için onların ağzına bakan bir ‘gazap memuru’ gibi algılayan bu insanların gazaplı sözlerinin, bini bir paralık beddualarının hedef tahtası oluyorsunuz.
“Sen haklısın” demediğin sürece, haksızsınız onlara göre. Haksız olduğunuz için de, cezaya müstehaksınız. Cezayı onlar kesiyorlar.
Sonra da bekliyorlar, ‘gazap memurum olan Rab, bakalım ne zaman gazap edecek?’ diye...
Sonra, ola ki bir sıkıntıya duçar olsanız, ola ki Rabbinizin Kur’ân’ında vaad ettiği ve özellikle mü’minler için vaad ettiği sınanmalardan geçseniz, ellerini ovuşturuyorlar, yürekleri ferahlıyor, bir mü’minin yüreği acıdıkça onların keyifleri geliyor.
Bir ilâhî tasdik algılıyorlar bu vaziyette...
Onları Saadet Asrında tahayyül ediyorum çoğu kez. Duruşlarını veya davranışlarını onaylamadığı bir andan sonra, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselama karşı da için için aynı halet-i ruhiyeyi taşır halde tahayyül ediyorum. Yeryüzünde musibetlerin en büyüğünü yaşayan Peygamber, musibetlerin tazyikiyle hakkalyakîn mertebesinde nice miraclar yaşarken, onlar ne düşünürlerdi Hz. Peygamber için? Hüzün yılını nasıl okurlardı? Hz. Hatice’nin vefatını, Taif’te taşlanmayı, Mekke’den hicreti, Uhud’daki acıyı, Hamza’nın, Mus’ab’ın şehadetini, kızı Rukiyye’nin, kızı Ümmü Külsûm’un, kızı Zeyneb’in, oğlu İbrahim’in vefatını, Bi’r-i Maune’de kırk hâfızu’l-Kur’ân sahabinin katlini, daha nicesini nasıl yorumlarlardı?
“Musibetlerin en büyüğü peygamberlere, sonra velilere, sonra onlara ve onlara benzeyenleridir” hadisinin dersiyle mi yorumlarlardı bu olayları; yoksa bütün bu olayların ardında Peygamberin o bir noktada onları onaylamayışına karşılık gelen bir gazab-ı ilâhî mi sezinlerlerdi?
Peygamber için böyle düşünmeye cesaretleri olmazdı belki; ama Peygambere iman eden mü’min kardeşleri için böyle düşünmeye nasıl da hevesliler?
Allah’ın Resûlü ‘âlemlere rahmet için gönderilmiş’ iken, onlar sanki ‘âlemlere gadap için gönderilmiş’ gibi, ağızları nasıl da tel’ini, tenfire, bedduaya teşne?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen kudsî nebinin en kısa öğüdü “Lâ tağdab” iken, onlar nasıl da öfkenin, gadabın ve uzantısı olarak mü’minler hakkında kötü dileklerin esiri?
Nasıl da nefislerine dokunan en ufak noktada haklı-haksız aldırmadan ağızlarına aldıkları ilk lâf beddua oluyor?
Hayır, Allah hiç kimsenin ‘gazap memuru’ değildir.
Allah, celâl ve cemal sıfatların sahibidir; rahmet ve lutuf O’nun elinde olduğu gibi, kahr ve cebr de O’nun tasarrufundadır; ama O, Kur’ân’ıyla beyan buyurduğu üzere ‘rahmeti üzerine yazmış’tır, ‘rahmeti herşeyi kuşatmış’tır ve Hz. Peygamberin haber verdiği üzere ‘rahmeti gazabını geçmiş’tir.
Allah mü’minleri sınar. Onlara sevinçli haller de bahşeder, hüzün zamanları da verir. “Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast halleri, celâl ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur” zaten.
Nefisleri ‘ben’ besleyip dilleri beddua satan gazap tacirleri sanmasınlar ki, âlemlerin Rabbi onların emrindedir.
Mü’minlerin yaşadıkları her sınanma, şu ahir zamanın belki en muzdarip ve en ziyade musibete duçar mü’mini Bediüzzaman’ın söylediği gibi, doğru okur ve doğru değerlendirir ise, mü’min için bir ‘medar-ı terakki’dir.
Vay gazap tacirlerinin haline!
Vay mü’min kardeşinin ‘medar-ı terakki’ hüznünden veya acısından kendi nefsi için bir ‘onaylanma’ keyfi devşirip nefretin sahibini mahveden cehenneminde tam gaz ilerleyene!
Ey rahmeti gazabını geçen Rabbim!
Ey rahmeti herşeyi kuşatan Rabbim!
Ey üzerine rahmeti yazan Rabbim!
Ey en sevgili kulunu ‘âlemlere rahmet’ kılan Rabbim!
Bizi rahmet şe’ninden nasiplendir ve nefret cehenneminde gazap ticaretinden koru!
Amin. (2007)