Bir çınar gitti.
Hem de koca bir çınar.
Üstad’ı sanki bir kez daha uğurluyoruz.
Bir kez daha Resulullah’a bir komşu gönderiyor gibiyiz.
İpek Palas oteli 27 numaralı odanın bir benzeri var Sema hastanesinde.
Koridorlarda sanki manevi bir ses “gel kardaşım” diyor.
“Sungur! Yanıma gel”.
“Vazifeni ifa ettin yanıma gel” diyor adeta.
Evet, Sema hastanesinde sanki vize işlemlerini yapıyor Sungur ağabey.
Resulullah’a (asm) gidiyor Sungur ağabey.
Elli yıldır hasreti ile yandığı Üstadına gidiyor.
Herkeste buruk bir bekleyiş var.
Keşke ölmeseydi, keşke hayatta kalıp Kur’an ve iman hizmetlerine sıkılmadan, yorulmadan devam etseydi.
Bu bir firak hüznü değildi.
Bu vuslat özlemi de değildi.
Çünkü biliyorlar ki bir terhis tezkeresidir ölüm.
Bir bahar nevruzudur.
En sevgiliye varmaktır ölüm.
Peki neydi buruk bekleyiş?
"İman ve Kur’an hizmetlerindeki ağır yükü acaba Sungur ağabeyden sonra biz taşıyabilecek miyiz" endişesidir.
"O ağır yükün altından belimizi doğrultabilecek miyiz" derdidir.
"Onun fedakârlığını biz yapabilecek miyiz" hissidir bu bekleyiş.
Madem derdimiz kudsi ve madem hizmeti en birinci gaye yapmışız.
Gelin hep beraber bir olalım.
Gelin Fatih camisinde omuzdan omuza Sungur ağabeyimizi Eyyüb’e taşıyalım.
Kimse aramıza girmesin.
Kimse nefsimizi alevlendirmesin.
Zira biliyoruz ki; nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!
Vazifemizi yapalım, bayrağı biz alalım artık.
Sungur yok belki ama aramızda yeni Sungurlar çıksın.
Yeni Hulusiler, yeni Bayramlar yeni Tahiriler çıksın içimizden.
Onlar da vefat edince;
Üstad: “gel kardaşım sen de gel desin.”
Biiznillah...