Barla’daki Sevgiliye Mektuplar-3
Bir taş ocağıydı tenim; kır, kır; kırılmazdı.
Bir taştı kalbim; yan, yan; sönmezdi.
Hataların ipil ipil esen alazında taş ocağına bakardın.
Etten, kemikten, kandan bir taş ocağı.
Barla…
Karanfil yüzlü Barla…
Rüyalarında Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kol gezdiği Barla…
Gözlerim kan denizlerinde dolaşmış gibi kanlanırdı.
Senin gözlerin ey Barla, senin gözlerin tutar gözlerimden beni ayağa kaldırırdı ey Barla
Kalbinden başka tutulacak bir yanı kalmamış; çok yazık; der gibi bana yaklaşırdın.
Güneş kardan dağlara yaklaşırdı.
Bu kalp sana dayanabilir mi?
Bu gözler gözlerine dayanabilir mi?
Gözlerin bir yangına çağırırdı beni; bir kar yangınına.
“Gel!” derdin; gelemezdim gelmeyi ne kadar çok istesem de.
Çünkü yılkı atları gibi başıboş dolaşmak ne güzeldi dağların böğründe.
Çünkü ceylanlarla birlikte özgürce koşmak ne güzeldi yaylaların göğsünde.
Çünkü yaşamak ne güzeldi dağ sularını içmek gibi çakırkeyf.
Çünkü yaşamak ne güzeldi yerinden kımıldamadan her şeyin ayağınıza kadar geldiği bir zamanda.
Sen benim bütün bunları bırakıp da gelemeyeceğimi biliyormuşçasına bir güneş olup, kalkıp gelirdin ayağıma kadar.
Güneş ayağıma kadar gelirdi; dünyam ayaklanırdı.
Bir isyan çıkardı içimde; taşlar yerinden oynar, kayalar parçalanırdı.
Sen yaklaştıkça kayalar erirdi, yol verirdi dünya.
Yolun bitiminde gelirdin yanı başıma.
Ateşin tenime dokunurdu, direnemezdim.
Gelin olmaya değil de gelin almaya gelmiş gibi söküp alırdın beni benden Ceylanlarla, Sungurlarla, Zübeyirlerle.
Gelin olmaya değil de gelin almaya gelmiş gibi söküp alırdın beni her şeyden Hafiz Alilerle, Tahirilerle, Hasan Feyzilerle.
Güneşin atına bindirirdin beni al kanlar içre.
Bütün kadınlar annem olur, ağlardı.
Bütün ceylanlar kuş olur, dağılırdı.
Bütün geyikler söz olur, uçardı.
Bütün şaraplar cennet ırmakları olur, çağlardı.
Bense, bir taraftan, ceylanları, geyikleri, dağ şaraplarını arkada bırakmanın hüznüyle atın üstünde yıkılırdım.
Bir taraftan “aslında ila nihaye varacağım yer burasıydı; bir an önce gitmiş olacağım” ne iyi diye sevinirdim.
Sen ne kadar şefkatli olsan da ille de bir yanım ağrırdı.
Dengini yitirmiş dağ gibi bir yanım ağdırırdı.
Aslında ne çok isterdim, hiçbir yanım ağrımadan ve ağdırmadan sana gelmeyi.
Aslında ne çok isterdim hiçbir yanım yara almadan, hiçbir yanımda yara izi kalmadan sana gelmeyi.
Sen beni atına bindirir, kireç ocağına götürürdün.
Bakardım; kireç ocağı gerdek yuvası.
Bakardım; ne kadar süslü, ne kadar ahenkli.
Beni yuvanın ortasına, ateşin böğrüne koyardın.
Kalbimi yuvanın ortasına, ateşin böğrüne koyardın.
Gelinliğin tennure gibiydi, karlar altında.
Gelincik Dağıhalt etmiş yanında.
Ateşin bağrında pervane olur, sema yapamaya başlardın.
Bir güneş döner dururdu kandil gibi etrafımda.
Bir Mevlana yanar dururdu bir gece böceği gibi başımda.
Sen Hâlim’in ezgisinden yeni bir ilahi uyarlardın Katran Ağacının koynunda.
Alevler ney sesini giyerdi.
Sesin bir neyin içinden gelirdi; yanık ve dertli.
Sesini bir ney gibi giyerdim sönmeye yüz tutmuş bedenime.
Giyerdim de koşardım ateşin mahşer kentine.
Sen, ateşin havayı sıyıran eksenlerinde beni yorar, yorumlardın.
Bir tütsüye dönerdi tenim.
Kalbimden yanmaya başlardı ilkin tütsü.
Ben ateşin tepesine çıkar çıkar inerdim her göz göze gelişimizde.
Alevler bölük bölük karanfil olarak surlanırdı ateşin gürül gürül duvarlarında.
Ben deprenen ateşin içindeki ağırlığımı yitirdikten sonraki gerileyişle, duvarlara çarpa çarpa eline düşerdim.
Elverirdin bana, elverirdi ondan sonra her şey bana.
Tenlerimizin dokunmasından yeniden bir ateş doğardı ruhumda.
Ateşin bağrından çıkardın, korların altındakileri keşfetmenin İbrahimi hazzıyla.
Ateşin darasını alırdın:
Kor…
Kor dağları…
Kor ocakları…
Taş devrinde taş ocağında yaşamakta ısrar ederdi kalbim.
El almanın, şu dünya hanında “el gibi” kalmamanın yolunun ateşe gönül vermekten geçtiğinde de Ey Barla…