(Yirmi Üçüncü Söz okumaları notları, 4. Yazı)
Bu serinin bir önceki yazısında, Yirmi Üçüncü Söz’ün tefsir ettiği ayet açısından ele alınması konusuna girizgâh yapmıştık. Ve o yazıda, tam olarak şöyle bir cümle kullanmıştık: “Tin Suresi’nin beş ve altıncı ayetlerinde yer alan bu ifadeler, kanaatimce iki büyük vurguyu içlerinde saklarlar. Bunlardan birincisi; en güzel şekilde yaratılmanın da; en aşağılara indirilmenin de, aynı Allah’ın kudret elinde oluşu vurgusudur.” Evet, bu cümleyi söylemiş ve bu vurgulardan birincisi olduğunu düşündüğümüz tevhid bahsini izah etmiştik gücümüz yettiğince. İşte bu yazıda da o vurgulardan ikincisini, yani iman ve amel-i salih meselesini izah etmeye çalışacağız. Allah yar ve yardımcımız olsun.
Bahsi geçen ayet-i kerimenin mealini bir kez daha okuyalım isterseniz, yazıya başlamadan önce: “And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik; ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna...”
Evet, Yirmi Üçüncü Söz’ün başındaki ayet bunları söylüyor bize mealen, fakat özellikle ahiri bence pek yaman, pek önemli şeyler söylüyor. Gerçi Kur’an-ı Kerim’e aşina olanlar bu ifadeye de aşinadırlar, çoklukla da görmüşlerdir benzerlerini. “İman eden ve güzel işler yapanlar müstesna” ifadesi; pek çok benzer kullanımıyla Kur’an-ı Hakîm’in dokusuna sirayet etmiştir. Ben kendim bu yazı vesilesiyle mealleri karıştırırken aynı terkiple belki yirmiden fazla yerde geçtiğini gördüm “iman eden ve güzel işler yapanlar” ikilisinin...
Ve hepsi de sırlı bir şekilde iman ve salih amel birlikteliğini yakalayanların kurtulacağını müjdeliyorlardı. Kimisi cehennem azabından kurtulacaklarını müjdeliyordu, kimisi burada olduğu gibi esfel-i safiline düşmeyeceğini belirtiyordu, kimisi de üstüne “yemin ettiği asrın” fitnesinden korunabileceğini, hüsrana düşenlerden olmayacağını vurguluyordu.
Kur’an-ı Hakîm’i okurken, yahut ayet-i kerimelerin manalarını anlamaya çalışırken böyle benzer ifadelerin birer “link” olduğunu düşünürüm hep. Gerçi, hâşâ, bu konuda çok bilgili bir insan değilim; ilm-i kelam eğitimi almadım. Ama ne zaman Kur’an-ı Hakîm’i okusam, gözüme ve aklıma tanıdık gelen bir ifade, benzer ifadelerin geçtiği yerleri hatırlatır zihnime. Onlara gitmek, onları da okumak isterim. Onlarla beraber henüz okuduğum ayeti yorumlamak isterim.
Gerçi bu, ayetlerle ayetler arasında olduğu gibi, hadislerle ayetler arasında da vardır. Bazen ayete benzer bir şekilde geçen bir hadis ifadesi, o ayetin daha değişik mana katmanlarından birisini açabilmenizi sağlar. Daha bir bakış açısı zenginliği katar. Mesela; “Kırk gün et yiyenin kalbi katılaşır” hadisinin; gıybet etmeyi “ölü kardeşinin etini yemek” olarak ifade eden ayetle beraber okunması bir başkadır; yalnız okunması bir başkadır. Her iki okunuşu, farklı anlam tabakalarını uyandırır kafanızda...
Aynen öyle de, ayetlerin de birbirine bakar yönleriyle birlikte okunması önemlidir. Sanıyorum bu konuya, İhtiyarlar Risalesi yazılarında değinmiştik. O bahiste özellikle On Üçüncü Söz’de geçen; “Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var” cümlesini (tam da şimdi) hatırlamanızı istirham ediyorum. Aslında bahsettiğim tam anlamıyla budur.
Ayetlerin birbirine bakar yönleridir. Ve kanaatimce “tekrarat-ı Kur’an’iye” bunun en büyük ihtarcısı ve en zahir kapısıdır.
Konuyu dağıtmadan asıl mevzuya geleyim: Ben, idrakime açılan kısımlar itibariyle Yirmi Üçüncü Söz’ün İki Mebhas’tan oluşmasının, bu ayet-i kerimenin sonunun iki şeyi vurgulayarak bitmesiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum: İman ve amel-i salih, yani güzel işler... İnanmak ve inancının tecellilerini fiillerle ortaya koymak.
Gerçi amel-i salih çok geniş bir kavram ve tek başına güzel işler ifadesinin onu karşılaması mümkün değil. Belki rızaya matuf güzel işler demek daha uygun olur. Fakat bu seferde “Rızaya matuf olmayan güzel işler olur mu?” sorusu akla geliyor. Bu tartışmayı açmadan Yirmi Üçüncü Söz’ün Birinci Mebhas’ının özellikle imana vurgusuyla ve imanın gerekliliğini izah etmesiyle bu ikiliden birincisi (iman edenler)... İkinci Mebhas’ının ise; imanın elde edilmesinden sonra bununla neler kazanılabileceğine ve terakkinin nasıl bu yolla sağlanacağına yaptığı vurguyla ikincisine (güzel işler yapanlar) dair izahlar içerdiğini düşündüğümü belirtmek istiyorum. Yani İki Mebhas, aslında bu ayet-i kerimenin ahirindeki bu ikiliyi izah ediyor. Birinci Mebhas imanın gerekliliğini vurguluyor, İkinci Mebhas da amel-i salihle beraber terakkinin nasıl olacağını ders veriyor.
Bu sözümüzü ispat etmek için, hemen iki mebhasın da başlarından biraz metin alalım. Önce Birinci Mebhas; bakınız başında ne diyor: “İmanın binler mehasininden beşini, beş noktada beyan ederiz.” Evet, bu kısım, sanıyorum tezimizin birinci kısmını ispata yeterli. İkinci Mebhas’a bakıyoruz: “İnsanın saadet ve şekavetine dair beş nüktedir.” Hımm... Bu kısım belki tam dediğimizi karşılamıyor. Ancak pes etmek yok, devam ediyoruz. Bakınız şu paragraf sanki giriş cümlesini biraz izah ediyor:
“Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.”
Görüldüğü gibi bu kısım; saadetin ve şekavetin haşiyesi gibi, her iki yolda ilerleyebilecek bir vaziyette olan insanın bu yollarda tedenni ve terakkisinin ne şartlarda ve nasıl gerçekleşeceğini izah ediyor. Bu paragraftan da anlıyoruz ki; insanın terakkisi ve tedennisi “fiil” ile yani bizdeki ifadesiyle “amel” ile yakından alakalıdır. Ve ancak güzel işler, yani salih ameller yaparsa terakki edebilir. Aksi takdirde yaptığı fiiller tahribe kapı açar ki, bu sefer de alabildiğine tedenni eder.
Ben bu paragrafı da okuduktan sonra tezimin kuvvetlendiğine inanıyorum ve ayrıca bir vurguyu daha seziyorum. Yani Kur’an-ı Kerim, bu ayetin ahiriyle bize diyor ki; “Dünyada da, ukbada da terakki ve tedenni iki şeye bağlı... Ve aslında ikisinin de birlikte yürütülmesine bağlıdır: İman ve salih amel.”
Yani biri birisiz olmayacak. İkisi beraber yürüyecek... Zira ayet sadece iman edenler kurtulur veya sadece salih amel işleyenler kurtulur demiyor. İman eden ve güzel işler yapanlar kurtulur diyor. Bu yönüyle ayet-i kerime, İslam toplumlarının en büyük yarası olan iman ve amel-i salihi birbirinden ayırma problemine de dikkat çekiyor.
Düşünün ki; bütün İslam coğrafyasının üretim miktarı, ancak bir Almanya devletinin üretim miktarı kadar. Eğer bu tarz fiileri de, yani üretimi ve insanlığa yararlı faaliyetlerin tümünü de, amel-i salihten sayarsak; o vakit İslam toplumunun en büyük sorunsalının imanla salih amelin arasını açmak olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Müslümanlar iman ediyorlar, ancak imanlarının tek başına terakkinin vesilesi olmadığını fark etmiyorlar. Terakki bir de güzel işler istiyor. Fakat Batı tarzında bir amel anlayışı da değil İslam’ın istediği. O zaman da iman eksik kalıyor ve fiiler toplumu tahribe götürüyor. Bu yönüyle Kur’an’ın ve onun bir izahı olan Risale-i Nur tefsirinin bize söylemek istediği şey şu: “İmanı ve amel-i salihi ayırmayın. Ayırmayın ki, terakki edebilesiniz. Çünkü birincisinden yoksunluk ikincini tahribe götürür. İkincisinden yoksunluksa birincisini aczde bırakır. Gelişmeyi sakat bırakır...”
Evet, ben Yirmi Üçüncü Söz’ün hemen başından bu dersleri alıyorum kendimce. Ayet-i kerimenin içindeki vurguların yapılmış derinlemesine izahlarını yudumluyorum. Kim bilir daha ne hazineler var içinde... Bakalım, yazılarımız bir miktar daha sürecek. Belki dualarınızla ve Rabbimizin fazlıyla daha ne güzel şeyler keşfedeceğiz. Allah, bizi her vakit Alîm isminin tecellisine muhtaçlığını hisseden kullarından eylesin, amin.