Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(18)
İnsan, başta kalp, akıl ve duygu zenginliği sayesinde gösterdiği renkli kişiliğiyle gerçekten çok muhteşem bir varlık. Bunu elbette varlığını her yerde hissettiren “ene” denilen benliğiyle, esrarengiz bir anahtar gibi işlev gören insanın özünü oluşturan varlıkla sağladığı açık.
Ama “ene”nin öyle elle tutulan ve gözle görülen bir varlığı yok. Sözlükte Arapçada “ben” anlamına gelen birinci tekil şahıs olsa da asıl terim anlamıyla gündeme gelip “benlik” anlamını taşıyan bu kelime, ara sıra da kibir, gurur anlamına da kullanılmaktadır. Kişiliğin özünü taşıması noktasında genelde psikolojik terim olarak kullanımı daha çok yaygın.
Ene, ben, benlik, nefs ve ego kelimeleri çoğunlukla aynı ya da yakın anlamda kullanıldıkları görülmektedir. Ancak ego, “ene”nin yani “ben”in sahtesi, “ene”nin yerini alan, bizi hakiki “ben” olarak yanıltan, bizi yanlış yönlendirmelerle bir köle gibi kullanan yanımız olarak algılanması daha çok. Ego bu anlamıyla “ene”nin yerini aldığında gerek kendimiz ve gerekse dünyaya ilişkin düşüncelerimizde çok büyük yanlışlara, yaratılışa ters düşen oluşumlara ve bütün duygularımızda büyük bir kaosa sebep olabilir; tutum ve davranışlarımız şirazesinden çıkabilir.
İnsanın tahliline ilişkin başka risalelerde ince ayrıntılar veren Bediüzzaman, “ene” ile ilgili de son derece doyurucu bilgiler vermektedir. Ona göre “ene”, insanın mahiyetinin çözümlenmesinde temel bir faktördür. “Ene” olmadan insan, bunca varlıklar karşısında kendi konumunu belirleyemez. Özellikle Yaratıcı karşısındaki durumuna vakıf olamaz. “Ene” denilen anahtar sayesindedir ki kâinatın esrarını, yaratılışın hikmetini ve kendi varlığını çözer. Doğrusu kâinatı anlama anahtarı insana, insanın nefsine yani benliğine takılmış. Böyle de olması gerekir; çünkü insan, kâinatı kendisi için yarattığı Yaratıcı’nın tek muhatabıdır.
İşin en püf noktası da “ene”nin iki yüzünün olmasıdır. Dahası bu iki yüzün her an birbiriyle karışma ya da birbirinin yerine geçme ihtimalinin çok olması; insanın bu konuda her zaman yanılma ile karşı karşıya kalması. İnsanın asıl dikkat etmesi gereken nokta burasıdır.
Birinci yüzüyle varlığı siliktir “ene”nin; bir ölçü, bir inkişaf aleti ya da daha başkasının varlığını gösteren esrarlı bir cihazın ötesine geçmemektedir. Bu yüzle bizzat kendisi bir şey yapamaz. Yalnız ve yalnız Yaratıcı’nın verdiğine razıdır; O’ndan geleni olduğu gibi kabul eder; kendi başına bir şey yapabilecek gücü kendinde görmez. Ama bu bakış açısıyla da Yaratıcı’nın gücünü kendine çekmekle bir anda varlıkların üstünde bir konuma çıkar.
Diğer yüzü şerre, kötülüğe bakar ki kendinde yaptırım gücü zanneder. İşte bu zanla Yaratıcıyı unutur, olup bitenlerin kendi inisiyatifiyle oluştuğu ve küçük dağları kendi yarattığı yanılgısına düşer. Bu bakış açısı latifelerine yayılır ve bütün varlığı “ene” olup çıkar.(30.Söz) Artık böyle bir benliğe, daha doğrusu sahici olmayan bir benliğe, yani egoya sahip olan insan hesapsız hezeyanlarda bulunmada bir beis görmez. Kendinde olan sağlıklı bakış açısı yerine sağlıksız, son derece yanıltıcı bir bakış açısı alır ve böylece yapay bir benlik ortaya çıkar. İnsanın güçlü olarak gördüğü bu halinde aslında bir sineğe mağlup olacak kadar büyük bir zaafı var; ama o değerlerinden o denli uzaklaşmış ki bundan bile haberi yoktur.
“Ene”, yani “ben” bilinçli kişiliğini, diğer kişilerden ayırmasını ifade eden kavram; şuurlu fertlerin nispet edildiği merkez olarak tanımı da yapılmaktadır.(Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü) İnsanın özü manasında nefs, düşünen cevher olarak de nitelenebilir. Özetle “ene” olmadan insan, varlığını varoluşsal anlamda ortaya koyamaz.
İşte tam burada bütün varlık âleminin, göklerin ve yerin yüklenmesinden çekindiği büyük bir sorumluluk altına giren insanın özü bu “ene” ya da “nefs”tir. Bu sorumluluğun altından ancak yukarıda ifade edildiği gibi bütün kâinatı yaratan Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmekten geçerek kalkılabilir. Gerçek benini de kişiliğini de böyle kazanabilir.
Bediüzzaman gerçek benliğin oluşmasında da Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde insan kimyasıyla son derece önemli açıklamalarda bulunmaktadır. Başta “Malik-i Hakikiden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur” diyerek, Yaratıcı’dan uzak olmanın gerçek benden uzaklaşma anlamına geldiğini vurgular. İnsana takılan bir anahtarcık olan “Ene”nin bu yüzüyle insan kendi başına buyruk olur. Değerlerini kaybeder. Bütün yeteneklerini ters çalıştırmaya başlar. Muhatap kabul etmez. Sanısının tersine çok da güçsüz düşer. Kendini kıyaslayacağı bir şey bulamaz. Bu haliyle çok çaresizdir. Dünyaya ve kendine bakışı da uyduruk benliğinin öngördüğüne göredir; yani kendi ve dünya gelişigüzel fırlatılmışlığın sonucudurlar, bunca başta kalp, akıl ve duyguların hiçbir amaçları yoktur. Bediüzzaman “Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyası vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklâliyete alet ederek, tam bir firavun olur.” (Katre: 107) diyerek bu yönüyle “ene”nin ulaşacağı mantıksız olduğu kadar korkunç sona işaret etmektedir.
Yaratıcı’dan bağımsız yapacağı her iş, atacağı her adım ve kafasına gelecek her düşünce kırıntısı insanın yalancı benliğini oluşturacak; bu sahte benlikle, yani olması gereken benin dışında içine hükmedecek egosuyla, hem kendine ve hem de çevresine karşı yabancılaşacak. Sallanan bir yapraktan bile kaygılanacak. Bu kaygı sebebiyle her şeyi kendine düşman görecek. Dost kalabalığında dostsuz kalacak. Zamanla öyle bir noktaya gelecek ki psikolojik buhranlarla iç dünyasını, bütün hayatını cehenneme çevirecek. Öylesine ki her şeyiyle bağlandığı dünya bile onun çekilmezi, yaşanmazı olacak. Bu gibi insanların sonunun intihar olmasının temel sebebi budur. Çünkü “Gaflet suyuyla tenebbüt eden benlik” Yaratıcı’nın sıfatlarını anlamak için bir ölçücük olması gerekirken, amacında tam ters yönde sapma yapmıştır.
Yaratıcı’dan gaflet, işte insanı böylesi bir yalancı benlikle sarmallaştırır, baş başa bırakır. Oysa Yaratıcı’yı varlık âleminin zerreleri bile sadece hissettirmekle kalmıyor bizzat gözlere de gösteriyor. Ünlü filozof Descardes, “Bende sonsuz bir düşünme hassası var. Ben, sonsuz olmadığıma göre, bana verilen bu hassa, sonsuz olan bir Zat'tan gelmektedir.” diye duygularının sesini dinleyerek bu yargıya rahatlıkla ulaşabilmiştir.
Bu demektir ki öz benliğimizi oluşturacak olan bu düşünce ve bu yaklaşımdır; yani Allah’ın varlık ve birliğine yönelik bu bakış açımızdır. Bizi ve her şeyi yaratan O’dur. Kendimizi ne denli tanıyorsak bizi yaratanı da o denli tanıma ve bilme payesine erişiriz. Benliğimiz, O’nu tanıma bilincimiz kadardır. O’nu tanımadan egomuzun farkına varmak çok zor. Bunda en küçük kuşku, öz benliğimizden uzaklaşmayı gündeme getirir ki bu da insanın, kendimizin iflası ve yıkımıdır.
“Ene” gurur ve kibir anlamına da gelmektedir. Zaten Yaratıcı’dan gafil oluşan bir benliğin, yani egonun dışa en çok yansıyan özeliği gururdur; çevreye üsten bakmaktır, kendinden başkasını beğenmemektir. Bu tutum şeytanın belirgin vasfıdır. Kendini beğenmek başkasını beğenmemeyi gerektirir. Şeytan da insanı hiç beğenmemiştir; böylelikle de Yaradan’a karşı gelmiştir. Bediüzzaman Lemaat’ta “Enesini sevenler, başkaları sevmezler.” diye de olumsuz “ene”nin, yalancı benliğin, sevgiden uzak düşmanca genel tavrını net bir şekilde ifade eder. Gurur ve kibir, insanın gerek benliğine ve gerekse hakikate ulaşmasının en büyük engelidir. Şeytan kendini beğenmesi sebebiyle bütün kötülüklere temel olmamış mıdır? Oysa insan bir saniye sonrasını bile garanti edemeyen zavallı ve çaresizdir.
Aslında insanın benliği Yaratıcı’dan gafil değil. “Nokta-i istinat ve nokta-i istimdat” gibi sağlam iki temel üzere inşa edilmiştir çünkü. Bu iki temel aynı zamanda insanın psikolojik ihtiyacıdır. Güven ve ait olmak duygusu. Ne ki bu doğallığı bozan yine insandır. Gurur ile öz benlik bir arada olamaz. Biri varsa diğeri yok demektir. Bu hali yakalamak da uzun bir süreci gerektirir. Ama bunun farkına varmak da çözüme biraz yaklaşmak demektir.
İşte bundan dolayı güçlü bir imanla birlikte tevazuu esas alan ancak güçlü bir benliğe kavuşabilir. Gururdan arınmış benlik/ene, kendisiyle de dünyayla da barışıktır. Düşman değil tam tersi dost dünyanın ortasındadır. Hiçbir yerden ne korkusu vardır ne de kaygısı.
Dünya, cennetidir; ama gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği güzelliklerle donanmış asıl cennetin de çok yakınlarında olduğunu hisseder, kokusunu alır gibidir.