“Biz ona şiir öğretmedik ve şiirden müstağnidir o…” deniyor Yasin Suresi’nin 69. ayetinde. Ayetin her iki cümlesinde de şiir öğretilmeyen ve şiirden müstağni olan her kim veya her neyse,“hu”/“o” zamiriyle belirtiliyor. Belirsiz bırakılıyor. “Kimdir ‘o’?” diye sorduruyor.
İlk akla gelen vahyin ilk muhatabı olduğu için, meal yazarları ve müfessirler, peşinen “peygamber” kelimesini koyuyor “o”nun yerine. Kimisi, ilk akla geleni, tek seçenek sayıp, hiç parantezsiz “peygamber” yazıyor kimisi (Muhammed’e) ya da (Resul’e) gibi yan anlamlara da açılabilecek parantez içi ilaveleri tercih ediyor.
Risale-i Nur mektebinden öğrendiğim şu ki; ‘konuşan’ Allah, bir ifadeyi belirsiz bırakmışsa, hâşâ, ihmalinden değildir. (Miraç Risalesi’nin serlevhası İsra Suresi’nin ilk ayetindeki ‘o’ zamirine dair şaşırtıcı Bediüzzaman tefekkürünü hatırlatayım.) Kur’ân’da bir belirsizliğin de belli bir hikmeti vardır. İlgili ayette “o” zamirinin atfedilebileceği farklı özneler de olmalı ki, ifade böyle murad olunmuş, akla kapı aralanmış…
On üçüncü Söz’ün, şiir gibi akıp giden satırlarında, Said Nursi, şimdi burada hatırlattığım teorik tartışmaya girmeden, sessizce verdiği karara göre yürür. Mütekellim-i Ezelî’nin “o” zamiriyle açtığı alanda fikrini değişik yönlere doğru kanatlandırır. Kalbinin ayaklarını mealin kısa ipine ya da tefsirlerin tarihsel kayıtlarına bağlamaz, uçmasına izin verir. Ayetin anlam yatağındaki ince ve canlı dalgalanmalara bırakır sözlerini.
İlk olarak “Kur’ân”a atfeder “o” zamirini: “…Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami' olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir.” (Aslında bu atıf, peygambere yapılan atfı dışarıda bırakıyor değil; peygamberimize “şairlik” suçlaması, elçilik ettiği söz üzerinde yapıldığı için, Kur’ân’ın şiirden istiğnası, peygamberimizin de şair olmaktan müstağni oluşu anlamına gelir.) Ama Kur’ân’ı tek başına okumaz Said Nursi; Kur’ân’ın tercümanlık ettiği kâinatın detaylarını da okur beraberinde.
Şimdi bu cümlenin gerekçesini ortaya koyarken kurduğu uzun cümleyi parçalara ayırarak okuyalım: “Kur'ân-ı Mu'ciz’ü'l-Beyân, bütün kâinatta âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırt[ar].” “[Kur’ân-ı Mu’ciz’ül Beyân] o hakaik-ı acibeyi zîşuura aç[ar], nazar-ı ibretlerini celb eder, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.”
Said Nursi’nin “o” zamirine dair atfında “Kur’ân ve kâinat” birlikte yer alır. Kâinat ve Kur’ân birliktedir, iç içedir, birbirini aynalar, birbirinin içinde çoğalır. Ayrı kategoriler değildir din ve varolık. Var edilen ne varsa, vahiydir, söz kesilir. Vahyedilen ise, var edilen gibi dillenir, var edilenlerin sessiz anlamını seslendirir.
Ayetin “öğretmek” diye çevrilen fiilinin aslı “tâlim etmek”/ “ilimlendirmek” anlamındadır. Kâinatta “âlem” diye tarif ettiğimiz, bütün olarak algıladığımız her bir organizasyon, bir ‘ilim” taşır. Meselâ, bir hücre de âlemdir, atom-altı parçacık da âlemdir; bir yağmur damlası da, bir yaprak da… Belli bir fonksiyonu olan, anlamlı hareketler barındıran her ‘şey’e bilgi yüklenir, talim edilir, ilimlendirilir.
Said Nursi, “Biz ona şiir öğretmedik ve şiirden müstağnidir o…” mealindeki ayetindeki açarken, “Biz (hücreye) (yaprağa) (kar tanesine) (dağ yamacına) (parmak ucuna) (ve diğerlerine) şiir öğretmedik” diye sayısız cümleler kurar. Varlığın, şiirin kafiyesine ihtiyaç duymayan, şairin tezyininden ve mübalağasından müstağni bir akışla aktığını telkin eder bize.
On üçüncü Söz’ün akışı içinde bir düğümü de sarar akıllarımıza Said Nursi: İndirilen her bir ayet birimine “necm’” dendiğini biliyoruz. “Yıldız” anlamına gelir “necm” kelimesi. Şu gelen satırlarda, Said Nursi’nin hem ayetlerin “necm”leri arasında hem gökteki yıldızlar arasında görünüşteki düzensizliğin şiirden öte bir şiir olduğunu ince bir telmihle anlatır:
“Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle her bir yıldız, kayıt altına girmeyip her birisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer her bir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya her bir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.”
Burada, her iki necm grubu arasındaki intizamsızlığın, varlıklar arasındaki saklı oranlanmanın sembolü olarak okunduğuna da dikkat edin. Şiir iddiası taşımayan ifade sahih bir şiirdir. Nazım kalıplarına tabi olmayan bir nizam, canlı bir nizamdır. Şablonları aşan bir sahicilikte, çerçeveleri kıran bir canlılıktadır.“Biz ona şiir öğretmedik…” derken, yeni baştan düşünelim. Her bir varlık bir hecedir ve heceler arasındaki nazımsızlık şiir-ötesi bir şiirdir. Şiir diye okunmaya, şiir diye görünmeye ihtiyacı olmayacak kadar şiir… Gerçek!