Kurban yaklaşmak karib olmak demek. Kul ile Allah arasında oluşan günah engelleri veya kulun yükselmesi için gerekli yakınlaşma bedelleri kurban ile karşılanır. Cenabı Peygamber Efendimiz (asm), Sultan-ı Kainat Mefhar-i Mevcudat, esrar-ı alemin perdelerini kaldıran, varlığın üzerindeki Uluhiyyet delillerini okuyan, nesneler ile perde oldukları hakikatler arasındaki çizgiyi kaldıran, kalemin evsafını anlatmaya muktedir olmadığı nübüvvet vadisinin son temsilcisi… Nübüvvetinin muhiti Adem babamız ile başlayan, hem başlangıç hem sonu gelmeyen sona eriş Muhammed Aleyhisselatü vesselam “ben iki kurbanım mahsülüyüm” der. Büyük davalar büyük kurbanlarla devam eder, büyük tırmanışlar da büyük kurbanlarla elde edilir. Yavuz, Mısır seferinde Mısır’ı aldığına sevinir ama “Sinan’ı da kaybettik” der. Sultan Murat savaşın bir önceki gecesi “Yarabbi bana zaferi nasip et kurban istersen ben olayım“ der. Ertesi gün savaş meydanında bir Sırplı tarafından hançerlenerek öldürülür.
Bediüzzaman “milyonlarla başların olduğu bir hakikate bin başım olsa feda olsun” der. Binbaşı Asım Abi mahkeme salonunda sıtkının gereği olarak can verir. Ondan önce intisabı olan bir müftü içeri alınır, dayanamaz ölür. Ondan önce Üstad “bir-iki kurban veririz yine yolumuza devam ederiz” der. Bediüzzaman sürekli büyük insanları kazanan zaman zaman da kurbanlar vererek yolunu genişleten İlahi bir tensibin programı ile hareket eder. Hafız Ali için “o benim yerime öldü” der.
Hazreti Mevlana’ya sürekli depremlerin olduğu bir dönemde ona hikmetini sorarlar. O da, “yerin karnı acıktı yağlı bir lokma istiyor, ondan sonra teskin olur” der. O her olayın ilahi kader programına göre yeri görür, bir süre sonra hasta olur, bir türlü şifa bulmaz şebi arusuna vasıl olur.
Son bir yılı aşkın süre içinde gerçekten müstesna büyük nur talebeleri kabrin kapağını açıp, alem-i berzaha göçtüler. Onlar bir avuç, müntehap olağanüstü gayretlerle Bediüzzaman’ın yanında yer almış, davanın büyüyüp genişlemesi için gereken her türlü fedakarlıkları yapmışlardı. Mutlu idiler. Salih Özcan Bediüzzaman'ın hariciye nazırıdır, birçok dış ülke ile onun vasıtası ile irtibat kurar. Urfa’nın medarı iftiharı, İslamın medar-ı fahri, kabrin arkasına nebiyyi Zişan ve Üstad-ı azam ile buluşmaya gider.
”Dar-ı faniden darı bakiye dönülecek ve Kaim-i Baki’nin makarr-ı saltanatı ebediyesine gidilecek, kesret-i esbabdan Vahid-i Zülcelal’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan ahirete geçilecek. Merciiniz onun dergahıdır, melceiniz Onun rahmetidir ve hakeza…”
Dönülecek di döndü,
Gidilecek ti gitti,
Kesret-i esbabdan daire-i kudrete
Geçilecek di geçti
İrcii dedi merciye gitti,
İltica etti o melcee…
Mehmet Kırkıncı Hoca öldükten sonra Isparta’da biri rüyasında görür. Ya “sahabeler beni karşıladı” der, ya da “sahabe gibi karşılandım“ der aynı manaya gelir. Acaba Salih Özcan nasıl karşılandı?
Göz atsaydık maveraya
Şaşırsaydık o manzaraya
Geçen yıl Abdülkadir Badıllı abı ahirete göçtü. Genç yaşta Urfa’da Abdullah Yeğin Abinin yanına gider “burada bir şeyh varmış ona mürid olmaya geldim” der. Abdullah abi ise böyle bir şeyhin olmadığını söyler, ona bir kitap verir “git bunu Osmanlıca olarak yaz getir” der. O da büyük bir gayretle birkaç gün sonra yazar getirir. Abdullah abi olağan üstü bir insanla karşılaştığını anlar. Tek başına hiçbir şeyi umursamadan Bediüzzaman’ın arkasından koşar, olağan üstü gayretler gösterir. İslam dünyasını dolaşır eserler kaleme alır. Badıllı abi son görüşmemizde çok hasta idi Kastamonu’da hem ağladı hem anlattı, bir akademisyenin çok ötesinde belgeci ve yorumcu idi. Gıpta ile hayret ile dinlerdim onu. Bana sarıldı ismimi hatırlamadı sonra Üstadın evinde “Himmet sen misin” dedi. Hem o ağladı hem ben ağladım. Son görüşmemizmiş. İsmail Benek ona son demlerinde de büyük hizmet etti.
Geçen gün Urfa’da köyünde köylüleri sempozyum yaptılar. Görülmemiş bir şey. Köylüleri ona sahneler kurmuş. Anlattılar, sevindiler, ağladılar… Ona olan sevgilerini dile getirdiler. Ne sihirli bir el, Bediüzzaman’ın eli kime değse bir anda nübüvvet vadisinde hakkı haykıran olur.
Ahmet Aytimur Ağabey, hiçbir görüntü hevesi olmadan Bediüzzaman’ın arkasından gitmiş, onun iltifatlarına mazhar olmuş, hizmetlerini canla başla yerine getirmiş, vakti gelince darı faniden çekilmiş bir muhterem insan. Sükunet ve sadakat timsali, alayişten nümayişten uzak. Kuşe uzletinden baki aleme çekildi.
Dünyada ne bulduk ki ölümden de korkulsun
Arş yiğitler Bediüzzaman’ın saltanatı bakisine
Mehmet Kırkıncı hoca yüce dağların ortasında Palandöken dağının eteğinde kahramanlar yurdu Erzurum’da hocasından, Bediüzzaman’ın hatıralarını dinleyerek daha gencecik yaşta gıyabi bir Bediüzzaman hayranı olur. İşaratül İcazın Kur’an vadisindeki büyüklüğünü görünce Bediüzzaman muhibbi olur, davasına koşar, yıllar sonra yanına gider. Meclubu olduğu insan ile buluşur, medrese menşeli ama Bediüzzaman dershanesinde mütevazi bir nur talebesi gibi başı önünde dinler. İlminin mağruru olmadan, sabırla Doğu Anadoludan doğan bir güneş gibi ülkeyi aydınlatır. Koca bir üniversiteyi bir dershaneye çevirir. Bütün ülkeye yetiştirdiği akademisyenleri ile ışık saçar. Kabrine uğurlanırken Erzurum öyle bir seçkin kalabalık görmedi. Yediden yetmişe herkes koşmuş gelmiş onu vadiyi bakisine uğurladılar.
“Ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu darı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra yine onları gönderen Halık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevla-yı Kerimlerine kavuşacaklar. Yani bu dar-ı faniden gidip darı bakide huzur-ı kibriyaya müşerref olacaklar.”
Ticaret ve memuriyet için bu dünyaya gelen Kırkıncı Hoca hizmetlerini itmam ettikten sonra gitti. Kendini gönderen Halık-ı Zülcelaline gitti. Kavuştu, müşerref oldu ya sen olacaksın hele bir düşün...
Toprak ne kadar acıkmış ki, ne kadar sancılı ki bir yıldır bir türlü doymuyor. Küçük lokmalarla işba olmuyor, müstesna insanlarla iktifa ediyor. Kimbilir o toprak başımıza ne tür felaketler getirecek de bu kurbanlarla Allah onu teskin ediyor. Kurban karartıyı siler aydınlığı güçlendirir, bakalım görelim. Fikirleri bu ülkede istikrarın sembolü olan insan, müstesna talebelerinin ağırlıkları ile de bilmediğimiz gaybi gayeleri yerine getirir. Hocamdan sonra Said Özdemir Ağabey sıradaydı münavebe ile sıravari dizildiler ahiret yoluna.
Ankara’da Risale Akademi’nin Said Özdemir ağabey için eski hapishanenin salonunda düzenlediği sempozyuma katıldık. “Abi iki kere mi girdin hapse” dedim. “On iki kere, eşiği öptüm hapse girdim” dedi. her seferinde hapishaneyi ticaret haneye çevirmiş bir müstesna insandı. Bediüzzaman’ın eserlerinin baskıları için herşeye katlanmış olağan üstü gayretli bir ağabeydi.
Nurcular, Türkçüler, solcular hapishane köşelerinde geliştiler ama hiçbirileri Bediüzzaman kadar bu ülkeye güzel sonuçlar getirmediler. Hepsi değer ama asıl değer varlığın incisi, platini, altını Nur talebeleri. Said Özdemir ağabey demir değil öz demir gibi gayret ve sabrı ile ahirete güçtü.
Göçvar dediler öteye
Doluştular gemiye güverteye
Ertesi olmayan bir ülkeye
Eyvallah deyip el salladı gittiler
Sırada Abdullah Yeğin abi varmış, göç takviminin şu anki yaprağı bayramın üçüncü günü, bitmeyen bayrama gitti.
Can bula cânânını
Bayram o bayram ola
Kul bula sultanını
Bayram o bayram ola.
Hüzn-ü keder def ola
Dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola
Bayram o bayram ola.
Lütfi ya lütfü kerim
Erişe rahmü-rahim
Bermurad ede fehim
Bayram o bayram ola.
Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm
Derd-ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan
Yanmadan oldu derdine derman
Pervane gibi, pervane gibi
Sem'ine aşkın yandı bu gönlüm
Gerçi ki kandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı
Kendide buldu kendide buldu
Matlabını hoş buldu gönlüm
Sevad-i a'zam, sevad-i a'zam
Belki oluptur arş-ı muazzam
Matlab-i canan, matlab-i canan
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm
Seyr-i billahtır, seyr-i billahtır
Li maallahtır fena fillahtır
Ayinesinde, ayinesinde
Gird-i sivayı buldu bu gönlüm
El fakru fahri, el fakru fahri
Demedi mi ol alemler fahri
Fahrini fakrin, fahrini fakrin
Mahv-u fenada buldu bu gönlüm
Kastamonu’da en büyük zulümlerin işlendiği Osmanlının ilim ve arifan ve ülema, fuhul-ı ülema şehri kılıçtan geçirir gibi insanları asmışlar. Allah’ın nurunu söndürmeye gayret eden, zavallı üfürükçeler! Orada Abdullah Yeğin abi çıkar Bediüzzaman’a koşar. Allah’tan bahsetmeyen öğretmenleri şikayet eder. Bediüzzaman her ilmin kendi dili ile Allah’ı anlattığını söyler, onlara ilimlerin lisanını dinlemelerini söyler. O Abdullah abi ki o devirde Dil Tarih Coğrafya Fakültesini terk eder. Bediüzzaman‘a katılır, Urfa’yı ister. Ceylan Çalışkan abinin oraya gönderildiğini duyar iç çeker, kendi gitmek ister. Üstad ona “sen de git” der. Kalbini okur o da ballar balını buldum kovanım yağma olsun der Urfa’ya koşar. Orada talebelere hitap eder. Servet abi o günlerin meyvesidir.
Bir bayramdan bir bayrama
Allahumme la yüzii ecrel muhsinin
Hacı kemal ağabey servet ve sehavetin piri güler yüzlü adam, o da dünyadaki en samimi dostunun arkasından “hocam ben de geliyorum dedi ve gitti” güle güle erenler.
Allah bizi de bu kafileyi müstesnaya refik etsin.
İnşallah ülkemizi dört bir yandan karıştırmak için bir sürü hain tarafından yapılan gayretler bu büyük insanların kurban olması ile sakinleşir gelecek yüzyılın daha da başarılı günlerine doğru gider.
Biz Türkler ve Kürtler, nur talebeleri bu ülkeyi üç beş çapulcuyu terk etmeyiz, Alimallah.