Gıybetin hakikatteki çirkinliği kadar, karşı konulmaz meş’um bir tadı olduğu da su götürmez bir gerçek. En samimi ortamların olmazsa olmazlarından biri gibidir neredeyse. Daha da ilginci soğuk bir ortamın kazanının kaynaması için çıra vazifesi bile görüyor oluşudur kimi zaman.
Mesela, başlayın birilerini eleştirmeye, hemen nasıl da muhabbet koyulaşıveriyor. Bir de ortak bir düşman üzerinden ilerliyorsa bu meş’um sohbet, en mesafeli duran insanlarla dahi bir anda can ciğer kuzu sarması olduğunuzu kendiniz bile anlamazsınız! Arkadan arkaya lezzet veren öfke nöbetleri, şeytanın himmetiyle gıybeti yapılanın zaaflarına dair ince espriler...
Ve vaki olan suçu gıyabında konuşmak az geldiği için “mümkün olan” yani henüz işlenmemiş argoca tabirle “yamuklarına” da değinmenin –yahut iftiranın– verdiği dayanılmaz hafiflik! Bir de Freudyen psikanalizciliğe rahmet okutacak kişilik analizleriyle orijinal tespitler ortaya koyarsa nefis denen gıybetçibaşı, değmeyin keyfine ortamdakilerin. Herkeste bir endorfin patlaması tavırlar, hayatın onca yüküne bir süreliğine de olsa “ara verme”ler. Ve vicdanın bastırılamayan ikazlarını şimşek hızıyla zihinden geçirip, nefsin “Gel günaha girelim, yanalım gitsin, inceldiği yerden kopsun” nidasına grup halinde alkış tutmalar. Bütün bunlar ve çok daha fazlası için buyurun gıybet sofrasına...
Yukarıdaki “ortam tablosunu” az çok zihinlerde uyandırdığımı düşünüyorum. “Sen nerden biliyorsun?” muhtemel sorusuna cevabım, “bana da arkadaşlar anlattı vallaha” değil tabii ki. Çoğu kimse gibi ben de o ortamların yabancısı değilim. Kur’ân, Hadis ve Risalelerin bu çirkin fiile karşı ikazlarını okuyup böyle ortamlardan kaçtığımız hızlı zamanlarımız olmadı değil?!
Bediüzzaman’ın talebesi Tahiri Mutlu için anlatılan “Birisi gıybet ettiği zaman ya kovar yahut oradan uzaklaşırdı” hatıralarını dinleyip “gıybet perhizlerine” girdiğimiz günler de oldu. E, o zamanlar gençtik tabii. Bilmezdik nefsimize hoş gelen şeyleri meşrulaştırmayı. Ayıp sayardık, şeytanın fısıltısından türettiğimiz “zan”lar üzerinden başkalarına hüküm biçmeyi. Üç beş hareketine şöyle bir nazar edip, “ne mal” olduğunu gözünden anlayacak kadar büyümemiştik o kadar. Her yaptığımız eleştiriye “tahkik”, her ettiğimiz gıybete “istişare” adını koymak için isim babalığına soyunmazdık. Sözüm ona “hakkın hatırı uğruna” nice mü’minin hukukunu yerle bir edecek hikmetli ayak oyunları bize göre değildi.
Peki ya şimdi?
Eh, büyüdük artık. Bir Batılının “gerektiğinde şeytan bile kutsal kitaptan kendi lehine sonuçlar çıkarabilir” tespitine uygun Bektaşiliklerin nasıl olabileceğini tahmin etmekte zorluk çekmiyoruz.
Eee? Yani?
Yanisi, biz büyüdük ve kirlendi dünya! (Osman)