Kız yahut erkek kardeşinizin –Allah hayırlı uzun ömürler versin– vefatından sonra dokunmaya kıyamayacağınız bedenine birkaç ruh hastasının zarar verip, hatta yemeye çalıştığını görseniz ne olurdu tepkiniz? Ben bu satırları yazarken zorlandım inanın. Bir de aynı ürpertiyi Antony Hopkins’le nerdeyse özdeşleşen Hannibal karakterinin nasıl doğduğunu anlatan filmi izlediğimde kapılmıştım. İkinci dünya savaşı sırasında yiyecek sıkıntısı çeken birkaç milisin Hannibal’ın kardeşine ne yaptıklarına gönderme yapmakla iktifa eden o ürperten kısımları izlerken.
Bu satırları böylesine açık-seçik yazmaya da bilirdim aslında. Lakin farkında olmadan yaptığımız bu yanlışın biraz yüreklere dokunması ve farkında olmadan ne yapıyor olduğumuzu biraz daha fark edebilmek adına yapıtım. Aslında bu tanımı ben yapıyor değilim. Kur’ân gıybetin mahiyetini tam da böyle tanımlıyor: Ölü kardeşinin etini yemek!
Hucurat suresi, 12. ayette bakın ne deniliyor:
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, tevbeleri kabul eden ve merhamet edendir.”
Malum, ayette ‘kardeşiniz’den kasıt, Bediüzzaman’ın ifadesiyle nesebi kardeşlikten çok daha ileri olan iman kardeşliği. Hatta daireyi genişletelim, harp ve toplumu fesada veren açıkça işlenen hataları dışında mümin olmayanların gıybeti de caiz değildir. Gıybet yapmama konusundaki hassasiyetin ise hangi noktalara ulaştığını göstermek için Üstad Nursi’nin talebesi Molla Hamid’in aşağıdaki hatırası yeter sanırım:
“Bir gün camiin hücre kapısını açık unutmuştuk. Talebe arkadaşların küpte kavurmaları vardı. İçeri giren bir köpek, küpe kafasını sokup kavurmaları yemiş, sonra da kafasını çıkaramayınca küpü kırıp kaçmış.
Talebe arkadaşların canı çok sıkılmıştı. Bir tertiple köpeği tekrar celp edip, sopa ile döveceklerdi. Üstad vaziyeti öğrenince, onları vazgeçirmek istedi. Molla Resûl:
“Seyda biraz kıymamız vardı. Biz kıyamıyorduk ki, yiyelim. Halbuki bir köpek gelerek hem kıymayı yemiş, hem de küpü kırmış. Bize zarar verdi. Nasıl biz onu dövmeyelim?’ dedi, Üstad:
“Molla Resûl, senden soruyorum, vicdanen söyle, sen aç kalsan, paran da olmasa, bir şey almaya gücün de olmasa, nihayet açık bir yerde bir et bulsan, yer misin, yemez misin? Halbuki aklın var, idrak ediyorsun ki bu etin sahibi var’ diye konuştu.
Molla Resûl, Üstad’ın bu konuşması üzerine bir müddet konuşmayarak sustu: Sonra cevaben:
“Evet, yerim Seyda!’ dedi.
Üstad tekrar buyurdu ki:
“Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helâli bilmiyor. Hayır ve şerri tanımıyor. Sahibinin kendisini döveceğini de bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan dolayı cezaya müstehak mıdır? Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin.’
Sonra Molla Resûl ve arkadaşları, köpekte kabahat yoktur diye kabul ettiler. Üstad:
“Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helâl edin!’
Molla Resûl, Üstad Hazretleriyle biraz samimî konuşurdu, hem yaş itibariyle de Üstad’dan birkaç yaş büyüktü. Gülerek, Üstad’a hitaben:
“Seyda içimizden gelmiyor ki, helâl edeyim. Fakat siz helâlleşmeye bizi ikna ettiniz’ dedi.”
Bu hassasiyete sahip olmanın en azından benim için şimdilik mümkün olmadığını söylemeliyim. Ama arkadaşlarım arasından en az bir kişiyi tanıyorum. Demek ki böylesine hassas olunabiliyor.
Gıybet üzerine o kadar çok şey söylendi ve yazıldı ki... Yine yazılsa ve söylense yetmez. Çünkü gıybet en kritik taraflarımızın ortaklığından doğan bir zaaf... Merak, öfke ve korku duygularının parmağı var bu fiilde. “Kendini bilmek” için verilen merak duygusu “başkasının bilinmemesi gereken taraflarına” çeviriyor yüzünü örneğin… Öfke bir hak ve adalet ihlaline karşı konulması gereken bir tavırken, “söz hakkı tanımadan hakkında hüküm verme” gibi bir adaletsizliğe yardım ve yataklık ediyor. Ve korku… Bazı dengelerin bozulmaması adına yüze karşı ifade edilemeyen bir meseleyi ardın sıra haykırmak gibi apaçık bir korkaklık kokuyor gıybet. Burada gelen en tipik savunu şu hiç şüphesiz; “Ben bunu yüzüne de söylerim ki!” ama burada mertçe olan ‘yalnızca’ gıybet edilenin yüzüne söylemektir, “gıybet edilenin yüzüne de söylemek” değil! Olanı söylemek meselesine gelince, hadisin ifadesiyle olanı söylemek gıybettir zaten. Bir de olmayanı eklerseniz hem gıybet hem iftira etmiş oluyorsunuz. Bir de meselenin istişare ayağıyla işlenen versiyonu var ki, o zaten ayrı bir illet. Vicdanlara havale etmekle iktifa edelim bu kısmı.
Bunlar ve çok daha fazlası birçok ehl-i kelam ve kalemce malum olan kısımlar. Onun için malumu ilama gerek yok. Fakat gıybet denen illetin diğer büyük kebairden bir farkı daha var ki, asıl tehlikeli olan nokta orası olsa gerek. O da şu: gıybet, en rahat işlenen günahtır. Dikkat edin, bütün büyük günahlar dünyevi anlamda büyük riskleri de taşır. Adam öldürmek, zina, hırsızlık vs. Hepsi için daha en baştan ciddi bir riski göze almak zorunda insan. Lakin gıybet böyle değil. En mübarek ortamda, hatta çok hayırlı insanlarla birlikte, bir kahve içme rahatlığında işlenebiliyor bu meşum fiil. Ve öyle bahaneleri var ki meşrulaştırmak için... Hele bir de canı yanmışsa gıybet edenin ve bir haksızlığa maruz kalmışsa, gıybetine tuz biber ekerek lezzet katmakla iktifa ediyoruz bu iğrenç yemeğe. Ve o sıcacık ortamlarda ötelere dair hangi sıcak ortamlara zemin hazırlıyoruz hiç farkında olmadan!
Tehlikenin farkında mısınız? (Osman)