Başlıktaki "pis dünya" kısmı "Çocuk Taziyenamesi" olan 17. Mektup'ta dünyanın hevesata, eğlence ve oyuna bakan yönünün 'pis dünya' olarak nitelendirildiği "Şu sekeratta olan çocuğu, Halık-ı Rahimi onu bu pis dünyadan çıkarıp cennetine götürecek" cümlesinde geçiyor. Öylesine okuduğumuzdan fark edemediğimiz bu tamlamayı, bu yazı vesilesiyle tekrar okuduğumda fark ettim. Yoksa dünyaya pis diyebilecek ne cesaretimiz ne de alışkanlığımız var.
Hani vefat edenin arkasından bazen hasretimizi bazen de medihi ifade için "Bu dünyada falanca da yaşadı, geçti" deriz ya. İşte bizim de arkasından bu ifadeyi sıkça kullandığımız Nurlara da çok yakın dostlarımızdan öğretmen Gökhan Saraç kardeşim bunlardan biriydi. Onu ve ailesini tanıdığım 80'li yılların ortalarında, üniversitede matematik bölümüne bırakmış, coğrafya bölümünde okuyordu. Sonra birlikte çalıştığımız yıllar ve kucağımızda büyüttüğümüz biricik evladı Muhammed Enes'i uzun tedavi süreçlerinden sonra, daha çok çocukken ahirete gönderişimiz...
Gökhan'ın acılarına, bizim acımız gibi ortak olduk, teselli ettik, daha doğrusu teselli olduk. Muhammed Enes'in uzun, hem ameliyat hem hastalık dönemi bir idman gibi, hem sabrı hem de metaneti öğretti Gökhan'a ve ailesine. Özellikle çok değerli eşi Rukiye Hanıma. Görünüşü çirkin fakat arkası bilip göremediğimiz rahmeti saklayan o yıllar, kolay değildi. Ama işte bu zor imtihanı, Gökhan ve başta eşi sabır kahramanı Rukiye hanım, anne ve babası yüzlerinin akıyla verdiler.
Gökhan'la birlikte okuduğumuz 17. Mektup'ta geçen "Hem madem müfarakat (ayrılık) ebedî değil; ileride hem berzahta hem cennette görüşülecektir. El hükmü Lillâh demeli, O verdi, O aldı deyip sabır ile şükretmeli" cümlesi âdeta onun bir virdi olmuştu. Özellikle "O verdi, O aldı" kısmı. Mevzu her açıldığında, bu cümleyi hatırlatır hem sakinleşir hem de teselli olurduk. Hâlâ biz öyleyiz.
Kaderin garip cilvesi, Muhammed Enes'ten çok uzun olmayan bir müddet sonra, babası Gökhan'ımız da rahatsızlandı. İlk haberi kendisi vermişti bana. Her zamanki gayet mütevekkil ve vakar hâlini muhafaza ediyor ve yine yukarıdaki cümleyi hatırlatıyordu. Geniş dost çevresi ve sevenleri vardı Gökhan'ımızın. Hepimiz duadaydık onun için.
Tedavi süreçlerini merakla takip ettiğimiz günlerden birinde, yanımıza uğramıştı. Bana sevgi ve hürmetinden olacak ki "Habib abi yakında kabre gideceğim, bu kesin. Kabirde ilk ne ile karşılaşacağım, bana bir anlatır mısın?" diye sormuştu. İçimden "Gökhan'ım bu soruyu soracak cesaret, iman, aynelyakin müşahede sende varken kabiri de ve berzahı da rahat geçersin biiznillah" diye geçmişti.
Hani "Ölümden ürküp kabirden korkup başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle; ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister?" hâlinin canlı şahidi olmuştu Gökhan kardeşim. Bu gafil dahil, ölümün yüzüne gülecek ve kabrin içini merak hâlinde olacak kaç kişi vardır acaba? Ölüme ve kabre merdane bakmak, ilk sorunun ne olacağını ve nasıl bir muameleyle karşılayacağını sormak, bir ömür o merak ve hazırlıkla yaşamak ne yüksek ve gıpta edilecek bir meziyettir? Daha çok maddî meselelere çevirdiğimiz muhabbet, endişe, merak ve hırs gibi kıymetli hissiyatımızı böylece heder etmiş olduğumuzun farkında bile değiliz çoğu zaman. Taliplisi olduğumuz cam parçalarının kıymetinin bir hiç olduğunu, kabr-i kalbe layık olmadıklarını ömrümüzün bitimine yakın anlayacağız belki ama sermayemiz bitmiş olacak.
Rahmetli kardeşim Gökhan'ın sorduğu soruyu biz de soralım. Karanlık ve kuyu ağzı gibi görünen kabir, gerçekten göründüğü gibi karanlık ve bilinmez bir âlemin kapısı mı? Çok bilinmez ve bed bir muamele ile mi karşılaşacağız? Ehl-i dalâlet kısmen ehl-i gaflet için doğru, öyledir? Fakat ehl-i iman, ehl-i ahiret ve huzur için binlerce değil. Hoca değiliz, çok tafsilat bilmiyoruz. Fakat nurlardan anladığımız kadarıyla diyoruz ki kabir ile başlayacağımız yolculuk, hiç korkunç değil. Gökhan kardeşime de onu söyledim. Çok sürprizlerle karşılaşacağız. Burada bir buyurun, hoş geldiniz cümlesi ve bir güleryüzle onardığımız kalpler, imdadına koşarak rahatlattığımız hayatlarla; seherde uyanık bir göz ve gözyaşı damlası ile kabir, berzah ve ahiret hayatımızın tuğlalarını örüyor, muamele defterimizi dolduruyoruz.
Kabir ile başlayan hayatın yabancısı değiliz aslında. Kaldığımız yerden devam edeceğiz o hayata. Sadece orası hizmet yeri değil, ücret yeri. Yapıp ettiklerimizin, ekip sakladıklarımızın açılıp önümüze çıkacağı bir âlem.
Dünya imtihanı bitti, şehadetnamemizi, diplomamızı, notlarımızı, biletimizi aldık. Tedârikimizi yaptık, azığımızı hazırladık. Şairin, "Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan" dediği limandan ayrılıyoruz. Fakat gittiğimiz yer, meçhul değil. Kafa fenerine göre meçhul, doğru. Dünyaya daha gelmemiş ikizlerden biri, dünyaya gelse ve dünyayı görse; geri dönüp kardeşine bu geniş âlemden haber verse, anne karnından daha geniş bir âlemi aklına sığıştıramayan kardeş, elbette yanlış bir kıyasla, güneşi annesinin akciğerine; geceyi, bulunduğu dar âleme, yıldızları da belki başka şeye benzetip o âlemden başka ona göre meçhul âlemi inkar edecektir. İşte dünya, kabir ve ahiret alemlerine göre dar, sıkıntılı, anne karnı gibidir. Yoksa meçhul değildir.
Kur'an'ın tarifinde geçen "Kur'an âvâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası..." cümlesinden anlaşılıyor ki Kur'an ve Kur'an'ın birinci müfessiri Hazret-i Peygamber (A.S.M) kabir ve sonrası hayatı bize yeterince tasvir edip meçhulliyetten çıkarmışlar. Belki o âlemlerden haber veren ayet veya hadîsler bizi sanki o âlemlerin caddelerinde gezdirmektedir. Önemli olan o âleme sağlam imanla gidebilmektir. Şirk bulaşmış, zayıf, farzlara bile tembelâne bakan, haramın tercihinde sevimli bahanelere sarılan iman, bizi o âleme sağlam bir imanla götürebilir mi?
Dünya hayatı, kısa bir minibüs seyahatine benzetilebilir. Bu kısa seyahatte ona buna sataşan, kibir ve sumat ile karışık, alkış ve beğeni ile bulaşık amellere güvenmemek esas olmalı. Çünkü imanla gitmek, doğrudan değil; kısmen amel ile ilgili. Âmel insanın imanını muhafaza eder, fakat bu, mutlak değil ki. Kibirle karışık iman ya da bir kafa karışıklığı imanın kaybına sebep olabilir. Kalbe, ruha, sırra ve diğer latifelere sirayet etmemiş; kökleşmemiş, sadece akılda kalan bir imana şeytan ulaşabilir. Akıl ve kalp birlikteliğinde hem delile dayalı ve her şeyden tevhide götüren Kur'anî bir sağlamlıkta iman olmalı ki son anda kale düşmesin.
Bunları özetle Gökhan kardeşime anlattım. Son cümlemiz olarak da "kardeş öyle bir âleme gidiyoruz ki beyan-ı Kur'an'la ve Resulle "Ne göz görmüş ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine girmiş" oldu.
Evet dostlar, cennetten haber veren bir hâl içindeki Gökhan kardeşimizi rahmetle hatırlamak ve bir Fatiha göndermek niyeti, bu yazıyı netice verdi. Dersimizi alabilsek keşke.
Selam ve dua ile.