"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız!" hitabı ile başlayan ve yemek duası niyeti ile okunan kısmı, ilk dinlediğimde garibime gitmişti. Nereden alınmış, ben de ezberleyebilir miyim, diye de merak etmiştim. Sonrasında Haşir Risalesi'nde Beşinci Surette Peygamber Efendimizin (Aleyhisselam) haşir dualarının bir özeti mahiyetinde kaydedildiğini görünce, kolay ulaşabildiğimize hem sevinmiş hem de biraz şaşırmıştım. Yeri geldikçe, derslerde bir münasebetini bulup okumaya çalışırım. Ne kadar derin, hazin, geniş ve ayn-ı hakikat bir dua değil mi?
Bu duanın "Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını ve membalarını göster." kısmı ise, içinde bulunduğumuz âlem ile ebedî âlemi kıyas açısından önemli işaretler taşıyor. "Bu çöllerde mahvettirme." cümlesindeki 'çöl' tabiri ise, dünyanın mahiyetine tam denk geliyor.
Hem gölge hem çöl, fakat "Gaflet ile sureten incimad etmiş, (buza dönmüş) fikr-i tabiatla (tabiat yaptı fikri ile) kesafet ve küdûret (bulanıklık) peyda edip âhirete perde olmuştur." tespiti ise, bize bakıyor. Peki ölmeye koşan ve akarsu gibi akan mahiyetiyle aslında bir "gölge ve çöl" olan dünyayı dondurup bir hakikati varmış gibi görmemiz ve âhirete kalın bir perde haline getirmemiz nasıl oluyor?
Üstad bunu, "Felsefe-i sakimenin tetkikatı (yanlış felsefenin yanlış yönlendirmesi) sefih medeniyetin câzibedâr lehviyatı (günahları teşvik eden medeniyetin mıknatıs gibi çekiciliği) ve sarhoşâne hevasatımız, dünyanın su gibi akan mahiyetini donduruyor; gafleti kalınlaştırıp aklı bulandırıp Allah'ı ve ahireti unutmamıza sebep oluyor." şeklinde izah ediyor.
Dünyaya sefahat ve felsefe gözüyle bakmamak, dünyanın Sani'i olan Allah'ı ve devamı olan ahireti unutmamak için ise, beşerin yüzünü dünyanın fâni, çirkin yüzünden Allah'a bakan güzel yüzüne çevirecek hakikî hikmeti ders verip tâlim eden Kur'an'a kulak vermenin zaruretini ortaya koyup ispat ediyor.
Bu yazıyı yazmamıza, sabah camiden gelirken tam önümüze düşen gölgemiz vesile olmuştu. Gölgenin müstakil bir hakikati var mı? Devamı, duruşu, hareketi kendinden mi? Gölgeyi görünce, bu kimin gölgesi diye sorar, öğrenmeye çalışmaz mıyız? Yani gölge birine bağlı. Bizzat vücudu yok. Hakikati yok. Yemez, içmez, konuşmaz. Bir evin gölgesinde oturulmaz, içine girilmez, kiraya verilmez.
Peki nedir gölge? Varlığı sadece gölgesi olduğu eşyaya bağlı. Hem ondan haber ve onun hakkında bir fikir veren, varlığı sabit olmamakla beraber inkar da edilemeyen bir yansıma. Bir nevi fotoğraf karesi durumumda. Bir insanın fotoğrafı, ondan haber verir ama onun gibi yemez, içmez, konuşmaz.
Söz ustası şairimizin:
"Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni,
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?"
dediği yerde ise, hayalimizdeki izlerdir gölge.
Nasıl ki gölgenin bir hakikati, bizzat kendine bakan, kendinden bir vücudu yok. Ama inkâr da edemiyoruz. Öyle de zayıf, kararsız, dağılan, bozulan, değişen özellikleri ile şu mevcudat, bir gölgedir. Fakat hayal ve vehim de değil. Cenab-ı Hakk'ın Hallak ismi ile vücut verip idame ettiği, varlığı bir Vacib-ul Vücuda (varlığı başkasına bağlı olmayana) bağlı bir mevcutlar ülkesidir.
Cenab-ı Hakk'ın Vahid, Ehad isimleri belki tecelli edeceği ayna, gölge olmadan da bilinir, anlaşılır. Fakat Rahman, Rezzak isimleri rızka muhtaç mevcudatı, Rahim ismi ise, hakiki cenneti ister. Bu isimler tecelli olmadan bilinmez, anlaşılmaz.
Her neyse biz başlığa dönelim. Dünya ve içindekiler, Allah'ın isimlerinin birer gölgesi olduğu gibi; bütün güzellik, saadet yönleriyle de ahirete nispeten bir gölge. Yani ahiretten, oranın şeklinden, lezzetinden, saadetinden sadece haber veren, o âleme işaret eden bir gölge. Hani bir gölgeye baktığımızda, hangi şeyin gölgesi olduğunu anlarız. Dünyaya da baktığımızda, saadet ve lezzetiyle safa ve güzellikleriyle; diğer taraftan elem ve ızdırabıyla ahiretten haber veriyor, diyebiliriz. Yani âhiretin gölgesi.
Bir imtihan yeri olan dünyada lezzet ve sürurun, maddi yönüyle, yemek içmek ve nikâh gibi üç esası varsa; bu esaslar tam bir ücret yeri olan cennette de daha nezih ve ulvî bir şekilde kendilerini muhafaza ediyor, olmalı değil midir? Bunun gibi, mânevî hayatımızın lezzetleri olan zikir, fikir, şükür de esaslarıyla âhirette daha üstün şekilde lezzet vermeye devam edecekler.
Bunların tam tersi olarak, dünyada çekilen ızdırap, ceza, elem, üzüntü, sıkıntı da elbette ahirettekilerin bir gölgesi durumunda. Fakat biz, cezaya değil mükâfata; sıkıntıya değil feraha; elem ve üzüntüye değil sevinç ve müjdeye talibiz. Dünyaya gelişimiz bizim elimizde değil, fakat cennette bunlara talip olmak ve ebedî sürura kavuşmak bizim elimizde. Engel olan yok, nefis ve şeytanımızdan başka.
İsterseniz hem yaratılış hem de diğer yönleriyle her iki âlemle ilgili biraz gölge kıyası yapabiliriz.
Dünyadaki esmâ-i İlâhiye tecellileri, ahirettekilere göre birer gölge kalacak.
Kışın ölen bitkilerin, baharda yeniden yaratılmaları bütün insanların birden diriltilmesi yanında bir gölge.
Dünyanın bütün korkutucu hadiseleri, peygamberlerin bile nefislerini kurtarma derdine düştükleri celal tabloları karşısında bir gölge sayılmaz mı?
Dünyadaki her türlü sorgu ve muhakeme, beşerin karışık hesaplarının bir anda görülmesi karşısında gölgenin de gölgesi olur.
Cennetin taşıyla toprağıyla hayatlar olması yanında, bitkilerin yarı canlı, insan ve hayvanların canlı olması da birer gölgedir.
Dünyada hikmet gereği, rızıklar topraktan belli bir zamanda çıkıyor. Ahirette rızıkların zamansız olması karşısında dünyadakiler birer gölge.
Dünyanın nehirleri, köşkleri, bahçeleri cennetin köşk ve bahçeleri yanında okunamayacak derecede birer gölge.
Yani anlayacağınız, birer gölgeler aleminde yaşıyoruz. Hazret-i Peygamber de (ASM) bu gölgelerin asıllarını talep ediyor. Kimden? Asılların sahibinden . Ebed ve ezel Sultanından. Bu dua, geri çevrilir mi? Burada ruh bedene bağlı ve tâbi olduğu gibi, ahirette de beden ruha tabi ve ruh bedene hâkim olacak. Bir mümin bu sayede bir anda birçok yerde, farklı zevkleri tadabilecek.
Çünkü dünyayı versen tok olmayacak genişlikte olan istidat ve değerli cihazlarını yönlendirmiş, bir nevi onları ahirette meyve almak üzere ubudiyet toprağına ekmiştir. Sonsuz zahmet böyle bir muameleye, şöyle bir karşılık vermektedir. Onun için, cennet ve maddî ve mânevî bütün lezzet çeşitlerinin bulunduğu mekândır. Bulunmalıdır da.
Gayr-i meşru lezzetleri bırakan bir mümin, sonsuz lezzetleri hak etmiştir. Gölgedeki lezzetleri Allah için terk eden, hakikî âlemde, hakikî lezzetlerle taltif edilecek; lâyık olduğu saadetin hakikisine kavuşacaktır. Burada tattırdığını orada yedirecek, burada gölgelerini gördüklerimizin orada asılları seyredilecek. Daha da önemlisi, huzuru ile taltif edecektir. Burada iman ettiğimiz gayb âleminin hakikatleri göz ile görülecek. Kâinatın kıymettar bir meyvesi olan insan, bu şerafettine lâyık şekilde gölgeler aleminden asıllar âlemine alınacaktır.
Evet dostlar, dünya bütün ihtişamıyla güzelliğin yetmiş bin perdeden yansıdığı bir gölge. Ama bu gölge nice yiğitleri kendine aşık etmiş, nice güzellikleri çürütmüş, nice yolcuları yolcu etmiş. Fakat bekâ arzumuza cevap verememiştir. Hekim-i Lokman'ın dahi deva bulamayacağı devasız bir derde düşen bağrı yanık gibi, gaflet yüzünden yolunu şaşırıp gölgeye âşık olan muhabbetimizin yüzündeki perdeyi kaldıralım, göreceğiz ki gölgeler hiçbir arzumuzun çaresi değil. Asıl bâki olan Zât-ı Zülcelâle olan imanımız ve tasdikimiz, derdimizin çaresi.
Selam ve dua ile.