Nur Kabadayı’nın yazısı:
Gönül secdeye durdu
Tertemiz yaratılmış bir ruh ve beden dünyaya ilk adımlarını atarken sevdiklerine ve kâinata ağlayarak seslenir. Yaşam onu içine aldığında bir girdabın içine düşer. İnsan, nefis-vicdan muharebesi arasında ilerlerken aynı zamanda insanın karakteri oluşmaya başlar.
İnsan İslam’ın hukuk ve kaidelerine uymazsa günahın ve illetin içine yuvarlanır. O yaşam girdabı insana zindan olur. Ruhundaki her bir nur, her bir günahta tek tek söner. Sönen her bir nur, insanı karanlığa hapseder. Dünyada karanlıkta yaşamak demek; gece aç kalmış yarasaların ortasında kalmaya benzer. İnsan karanlıkta ne yapabilir ki? O karanlıkta göz neyi seçebilir ki? İnsan hep karanlıktan korkar. Her şey simsiyahtır o an ve hiçbir şey kendisini göstermez.
Rabbim, bize öyle güzel bir nur bahşetmiş ki; dünya hayatında yaşarken o nur ile aydınlanalım ve yine o nur ile o nurun gerçek Sahibini bularak, O’na tekrar tertemiz olarak varabilelim.
Her bir karanlık bizi çıkmaza sokarken, her çıkmazda bir günaha bulaşıyoruz. Her günahın izi kalbi yaktıkça, ruh acılar içinde kıvranıyor. Kuddüs olan Halık’ımıza sarılmadan ne kirlerimiz temizleniyor, ne de yaratılışımızın özüne dönebiliyoruz.
Rabbim, o kadar şefkatli, o kadar merhametli ki kocaman kucağını açarak (teşbihte hata olmasın); “Şüphe yok ki ben, tövbe edip inanan ve salih ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim.” (Tâ-Hâ 82) buyuruyor. Ve Rabbim, insanın ruhuna ve kalbine öyle bir bağlılık veriyor ki bizi o anlarda sımsıkı sarıyor.
Bir annenin veya bir babanın hasta evladına sıkıca sarılması gibi bir hal diye düşünüyorum. (Teşbihte hata olmasın) Ve öyle bir değişimin içine giriyor ki insan, kalp duaya başladığı anda, göz kapakları günahın acısı olan gözyaşlarını saklarken; kul, Rabb’inden gördüğü şefkat ve muhabbet karşısında: “Allah’ım (c.c.) ben Senin kulunum, bana senden başka kimse yardım edemez. Ben sana muhtacım” diyor.
Bizler insan olarak birbirimizin hatalarını hep açmaya çalışırken; Rabb’im, Settar ismi ile ayıpları örtüyor ve kullarına en güzel halleri ihsan ediyor. Kullarına, sonsuz hazinesinden nimetler ikram ederken, şükrü de kalbine nakşediyor ve şükretmenin huzurunu ve güzelliğini de hayatın bir parçası olarak kullarına ihsan ediyor ve kul: “Elhamdü lillâhi rabbil'alemin. Errahmânir'rahim. Mâliki yevmiddin” (Fatiha Suresi 1-2-3.ayetler) dediği anda kalbine bir pencere açılıyor.
Kulun omuzları düşmüş, gözleri bulanmış, dizleri titrer, el pençe huzur-u divandayken; bir ihsan-ı nimet olarak; “İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în” (Fatiha Suresi 5.ayet) dediği anda o saklanan gözyaşları arasında Rabbine kavuşma anı yaşar. “İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în” dediği her zikirde tüm ruh, kalp ve bedeni ile gönül namaza durmuş ve tüm acziyeti ve fakirliği ile kıyama giderken uzun bir yolculuğun ilk duruşunu sergiler.
Tertemiz gönderildiğimiz dünyada temiz kalmak için ve etrafımızda akın akın olan günahlar bizlere helal gibi gösterirlerken yine Sahibimiz ve Mevla’mıza sığınarak ve için için “İhdinessırâtel müstakîm” (Fatiha Suresi 6.ayet) diye yalvararak, Rabbimizin bizi dosdoğru yola ulaştırmasını isteriz. Çünkü Allah’ın (c.c.) bildirmesi ile biliriz ki; O’nun (c.c.) yolundan başka yol yoktur. Olsa da ezadır, azaptır.
“Sırâtellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn” amin (Fatiha Suresi 7.ayet) dediğimiz de, Rabbimizin gazabından korkarak ve yine O’na cc doğru kaçarak nimet verdiklerinin ve mutlu ettiklerinin yolu isteriz. Çünkü mutluluk, huzur hep O’nun (c.c.) katındandır.
Bu acziyetimiz ile Huzur-u İlahiye o güzel Azamet-i Kibriya’nın karşısında durma ihsanına ulaşmanın hazzı, güzelliğinin tadını tadarken; Allahu Ekber diyerek boynumuzu büker ve Huzur-u İlahiye’de saygı, korku ve muhabbet ile eğiliriz.
“Ey büyük Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim” diyerek, bizler O’nsuz (c.c.) olamayacağımızın bir kez daha farkına varırız. Ve utanarak kıyamdan doğrulurken “Allah (c.c.) kendisine hamd edenleri işitir” dediğimizde yine fakirliğimiz ile O’nun verdiği dil ve kalp ile yine Allah’ımıza şükrederiz.
Günahlarımızın ve karşılıksız olarak verilen nimetlerin altında ezilmişken; Allahu Ekber ile kapısına vardığımız ve vuslatın son bulduğu o secde anında yanaklar ıslanır, kalp titrer, bütün beden bir araya toplandığında, “Ey Yüce Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim” der ve aramızda tek perde kalan o anda KALBİMİZDEKİ AŞKIMIZ RABBİMİZİN KATINA ÇIKAR, HUZURUN VE HÜZNÜN EN YÜKSEK DERECESİNİ YAŞARIZ.
Allahu ekber ile oturduğumuz tahiyyatta özlemimiz dinmediği için tekrar, O güzel Rabbe kavuşmak için Allahu Ekber diyerek kavuşma aşkı ile ikinci secdeyi yaparız. İnsanın, âşık olduğuna kavuşması işte o uzun gibi görünen ama kısacık zaman dilimine saklanmış olan duygularda gizlenir.
Kul günahların ve acizliğinin acısı ile yanarken; Allah cc, kulunu öyle güzel haller içinde buldurur ki, Rahmetinin ne kadar geniş olduğunu ve Tevvab olduğunu kulunun hayatına tecelli eder.
“Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyâme, 49; İbn Mâce, Zühd, 30.) hadis-i şerifi ile kul müjdelenir ve koşarak, arkasına bakmadan El Hafîz esması ile Allah’ın bizleri muhafaza etmesi için dua eder.
“Allah’ım Sen Hafîz’sin, muhafaza edersin, Sen Muktedir’sin her şeye gücün yeter, Sen Rauf’sun kullarına çok şefkat edersin.”
“Ey günahlarına gözyaşı döken âşıkların sevgilisi (Ya Habibe’l-bekkain’sin)! Bizleri de bağışla, secdelerimizi kabul buyur, sevdiklerinle ve sevdiklerimiz ile bizleri haşreyle.” amin.