Çokların ağzında sakız olan bir söz: “Makus talihimizi yenmeliyiz!”
Makus, sözlük mânasıyla aksileşmiş; irademiz dışında, biz istemeden ters istikamete tevcih etmiş demek.
Ne rahat bir kolaycılık!
Önce şu bilinmeli; bir olumsuzluğun kendi isteğimiz dışında meydana geldiğini kabul ettiğimiz an, hâdiselerin “dağvari” (1) dalgalarına karşı teslim bayrağını çektiğimiz, elimizin ayağımızın soğumasına yol verdiğimiz, “kıymet hükümlerimiz”e de ters olan bir “ tevekkül” anlayışına kaydığımız – daha doğrusu yuvarlandığımız- gündür.
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır” mısraları büyük- küçük, bütün “millet” fertlerine söylendiğinden beri o kadar uzun zaman geçmiştir ki, ülkemizdeki “muvakkat” bazı idare ehlinden başka, bu hikmetten çıkarılacak dersi hiç kimse dinlememiş, aksine tam tersini yapmıştır.
“Zaman bütün berbad oldu diyenin kendisi berbad olmuştur” mânasındaki hikmete masadak olmak
istemediğimizden, karamsar tablo çizenlerden olmayı düşünemeyiz. Ama bardağın dolu tarafını göre göre, boş kısmının niçin dolmadığı şüphesinden uzak kalmak da –bizce- bir fazilet değildir.
Hani anlatılır:
Tevekkül hakikatını yanlış anlayan bir hocaefendi, büyük bir kasırga içinde ve bir camide sel baskınına uğruyor. Bütün cemaat birer araç bularak oradan savuşuyor. Fakat bizim “saf-dirìğ” (2) efendi, cami kubbesinin üzerine çıkarak, kendileriyle birlikte gelmesini isteyen cami cemaatına:
“Siz gidin, Allah’ım beni kurtarır.” diyerek katılmıyor.
Cemaat gittikten sonra, bu sefer sahil kurtarma botları yanaşıyor, onlara da aynı cevabı vererek, kendisinin Allah’a tevekkül ettiğini söylüyor. Ardından Kızılay’ın kurtarma motoru yanaşıyor; efendide bir inat, bir ısrar: “Siz gidin, Allah beni kurtarır.”
Bu sefer ufuktan helikopterler görünüyor, onu almaya geldiklerini söylüyorlar; “kerameti kendinden menkul” efendinin inadı sürüyor. Nihayetinde çok büyük dalga gelip, hem camiyi, hem de “Allah’a güvenmeyi yanlış anlayan” hocaefendiyi yutuyor.
Berzah âleminde, hoca “lisan-ı hikmetle” kendisini Allah’ın niçin kurtarmadığını, halbuki kendisinin devamlı ibadet ve dua ettiğini, hem de Allah’a tam güvendiğini söyleyerek -kendince- bir açıklama istiyor. Melekler: “Allah sana önce camii cemaatını gönderdi, sonra sahil güvenliğin botlarını gönderdi kurtulman için; daha sonra Kızılay’ın kurtarma ekibini yolladı, en sonda da ordunun helikopterlerini senin imdadına gönderdi. Hiçbirine binmeyerek boğulmayı sen seçtin.”
Çok hususu düzeltmek için böyle bir anlayıştan uzak olunması gerektiğini düşünenlerdeniz.
Hikâye meşhurdur:
Rahmetlik Nasreddin Hoca, oğlunun eline su testisini verip çeşmeye gönderiyor. Daha oğlunun eline testiyi tutuşturmadan önce, çocuğun yüzüne okkalı bir tokat aşkediyor. Bu hareketi garipseyen komşusu soruyor: “Ne suçu vardı ki dövdün?” Hoca baş salladıktan sona cevabı yapıştırıyor: “Testiyi kırdıktan sonra dövmek neye yarar?”
Meseleyle ilgili olarak güzel Türkçemizde pek çok deyim var: “Yılanın başını küçükken ez”mekten sözedilir, “Suyu baştan kesmek” sözü de pek hikmetlidir. “Devenin kazığını sağlam çak, sonra tevekkül et.” Hadis’i (evkamekal) meşhurdur. “Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir; tevekkül değildir.” diye buyrulmuştur; “Balığı bir defa baştan kokutmaya gör…” şeklinde ikaz ediliriz. Hep dinleriz, baş sallarız, tasdik eder de görünürüz, ama gereğini yapmaz, “iltizam” (3) etmeyiz.
Sadece dinlemek yeterli midir halbuki?
Davranmak, harekete geçmek hiç mi gelmez aklımıza? Gelir, gelir ama ya iş işten geçtikten sonra, ya da bıçak kemiğe dayanınca… Halbuki kemiği sarmış kasların perişan edilmesine de göz yummamak gerekir, çünkü onları hareket ettiren kaslardır. Kas olmasaydı, sinirler neye komut verecekti?
Boşuna denilmemiştir: “Aç canavara karşı tahabbüb ( sevgi göstermek) merhametini değil, iştihasını açar. Sonra tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.” diye.
Hem Merhum Âkif ne güzel der:
“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan…
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtada, yer yer, kanayan izleri şâhid,
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid
Âlemde ‘tevekkül’ demek olsaydı ‘atâlet’,
Miras-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?”
Elimiz böğrümüzde, zaman pehlivanını ya da Gordion düğümünü çözen İskender gibi bir “ er oğlu er”i bekleme tembellik ve miskinliğine düşmeme temennisiyle…
DİPNOTLAR:
1-Dağlar gibi aşılamar
2-Ahmaklık derecesinde saf olan
3-Bir işin bütün gereklerini yerine getirme, böyle yaparak o emirlere bağlanma